Nevruzun Ortadoğu mitolojisinde de çok özel bir yeri vardır. Sümerlerde rahmet (yağmur) tanrısı İnana (Nisan) ile bitki (bereket) tanrıçası Dumuzi'nin (Temmuz) birlikteliği kutsanırken baharın gelmesi müjdelenir.
Evet, Nevruz baharın gelişini haber verir. Baharla birlikte doğa uyanırken, bugünlerde bereket yağmur halinde gökten iniyor. İçinde bulunduğumuz yıl, ‘kuraklık olur mu?' diye endişeli bir şekilde birbirine soranların, yağışlar sonrası rahatladıkları gözlemleniyor. Barajların dolmaya başlaması hem sulama açısından hem de elektrik üretimi bakımından, içinde bulunduğumuz yılın verimli olacağını gösteriyor.
Şüphesiz baharı sadece doğa karşılamıyor. Asıl bahar fertlerin gönüllerinde anlam ve karşılık buluyor. Doğada değişim heyecan verici bir biçimde olurken, insanda kendisini bu muhteşem sihirli dönüşüme hazırlıyor. Keşke her şey, baharın gelişi kadar heyecanlı ve güzel olsaydı! Ancak bu durum her zaman istenildiği gibi olmuyor.
Ne hazindir ki, bugünlerde, toplum olarak, siyasal ve sosyal yapımızda yeni bir kara kışı karşılamak üzereyiz. Baharı beklerken, kışa yakalanmak; tam bir paradoks! Ama durum en nazik anlatımıyla böyle. Toplumda tam bir kaos hali var. Bunalım ve çatışma eğilimi artmış durumda. En belirgin sorun ise taraflılık ya da daha açık anlatımıyla cepheleşmenin yaygınlaşması. Buna Cüneyt Ülsever ilginç bir şekilde yaklaşıyor: "Türk insanını galiba tek bir fiil belirliyor, "Taraf olmak!" (Hürriyet, 19.03.20008)
Toplum olarak asgari müştereklerimizi kaybetmek üzereyiz. İktidar erki, varlığını tehlike altında gördükçe hırçınlaşıyor, sağduyusu kaybediyor. Bir hukuksal süreç bile inanılması zor bir şekilde tartışmaya açılıyor. Bizden, sizden ayrımı hiç olmadığı kadar kurumsallaşıyor. Cumhuriyet'in güzide ve muhteşem kazanımları bir bir tarumar ediliyor. Ulus-devlet yapımız ötekileştirilmeye başlanıyor. Ayrılıkçı ve bölücü siyaset erbabı terörist başının hapishaneden çıkış tarihini bile verebiliyor!
Hülasa üzerinde konuşulacak öyle çok konu var ki... Bir medeniyet, ancak bu kadar krize girer! Üzülerek söylemeliyim, sorunlar tarafından kuşatılmış olan toplumsal yapıda, fertler birlikte yaşama idealini dahi sorgular duruma gelmiştir. Güç ve iktidar savaşlarının, tek doğru olma iddialarının, Türk milletini çok bunalttığı anlaşılmaktadır. Her ne kadar toplum çatışmalardan hırpalanmış ve yorulmuşsa da, ortaya çıkan bu tablonun oluşmasında ki katkısı göz ardı edilmemeli! Rasyonel seçişlerdeki anormallik, öfke üzerine yapılan tercih, değerler üzerindeki yoğun tartışma ve farklılaşma, ‘o olsunda ne olursa olsun' yaklaşımı, maalesef güzel ülkemizi kaosun eşiğine kadar getirmiş durumdadır. Bu aşamaya gelinirken, kavramların içi öylesine maharetle boşaltılmıştır ki! Bu kavramların en başında her zaman olduğu gibi, demokrasi gelmektedir.
Herkesin bildiği ve gördüğü gibi; üzerinde en çok konuşulan kavram da demokrasidir. Demokrasinin yanında, doğal olarak millet egemenliği, milli irade gibi kavramlarda yoğunluğuna kullanılmaktadır. Milliyetçiliğin de vazgeçilmez değerlerinden olan bu azizleştirilmiş kavramların anlamları sözde belagat ustaları tarafından yıpratılmıştır. Neredeyse, yapılan her eylemin ve söylenen her sözün emniyet kemeri, manası büyük olan bu kavramlar olmaktadır. Demokrasinin anlam bunalımını bilinçli bir şekilde meydana getirenler, kendileri ile ilgili her meselede demokrasinin kabullerini ileri sürerek, demokrasi mücahidi olmaya çalışmaktadırlar. Nedense demokrasi hep bu kimseler için vardır! Artık kara görünüp, cin şişeden çıktığı için hiçbir şey eskisi gibi olmayacağı şimdiden söylenebilir.
Demokrasi ve türevleri her fırsatta dillendirilirken; açığa çıkan çifte standart bir yaklaşım dikkatleri çekmektedir. Demokrasiyi en çok konuşanın, sanki demokrasi kahramanı oluyormuş izlenimini vermesi, kullanmayanın ise demokrasiye mesafeli olarak algılanması çifte standart bir tutumu oluşturmaktadır. Demokrasi algısının temelinde bireysel ve toplumsal olgunlaşma önemli oranda belirleyici olmaktadır. Bu itibarla toplumsal olgunlaşma ve bireysel gelişme bir türlü sağlanamadığından demokrasiyi anlamlandırma sorunu ortaya çıkmaktadır. Nitekim Mine Kırıkkanat haklı olarak sormaktadır: ‘Bir ülkeye demokrasi gelince mi toplum olgunlaşır, yoksa toplum olgunlaşınca mı demokrasi gelir?' (Vatan, 21.03.2008) Elbette, bu soruya verilecek anlamlı bir cevap, demokrasinin bundan sonraki işleyişini etkileyecektir.
Peki, üzerinde bu kadar tartışma yapılan ve hakkında değişik rivayetlerin dolaştığı demokrasi nedir? Nasıl bir şeydir? Hatırlanacağı üzere, demokrasiyle ilgili görüşlerimi, 22 Haziran 2007 tarihinde ‘Tartışılan Demokrasi' isimli makaleyle belirtmiştim. Demokrasinin en çok konuşulduğu ve bununla beraber yıpratıldığı bir zamanda demokrasi konusuna tekrar değinmek de fayda görüyorum.
Demokrasi, azınlıkta olanların haklarına saygı gösterildiği ve onlara bir gün çoğunluğa dönüşebilme yollarının açık tutulduğu özgürlükçü bir çoğunluk yönetimi, şeklinde tanımlanabilir.
Aristo, çıkış noktasında eşitsizlikçi bir düşünceye sahip olduğu halde, çoğunluk yönetiminin azınlık bir seçkinler grubunun yönetiminden daha iyi olacağı sonucuna varmıştır. Aristo'dan yaklaşık iki bin yıl sonra yaşamış olan İngiliz John Locke'a göre; insanlar, güvenlikleri için, eşit ve özgür oldukları doğa durumundan toplumsal yaşama geçtiler. Özgürlüklerini koruyabilmek için sadece güvenlik ve cezalandırma hakkını toplumu yönetecek olanlara devrettiler. Ayrıca, Locke'de kuvvetler ayrımı düşüncesinin gelişmeye başladığını da görüyoruz.
Montesguieu ise kuvvetler ayrımını sistemleştirmiştir. Bu düşünüre göre; önünde kendisine engel olabilecek başka bir güç bulunmayan her yönetici, özgürlükleri çiğneyebilir, yetkilerini aşabilir. Monteguieu'ya göre; ‘kuvvet, kuvveti durdurmazsa özgürlük olmaz.' Diğer taraftan J.J.Rousseau, her alanda eşitliği ve tam bir demokrasiyi savunarak; en iyi çözümün halkın iktidarını doğrudan doğruya kullanması olarak ifade etmiştir. Rousseau'ya göre, milletin vekilleri, onun temsilcileri değil, olsa olsa memurları olabilirdi.
Özgürlük ve yargı güvencesi olmazsa; sadece seçim, toplumu, demokrasi pusulası sayesinde çoğunluk diktasına ulaştırır. Spinoza'dan beri hayat bulan bir gerçek var: Bir karar organının yapısının demokratik olması kadar, hatta ondan daha çok, yaptıklarının demokratik olması önemlidir. Demokraside, adaletin ve özgürlüğün gereklerinin yerine getirilmesi, yöneticilerin keyfine ya da sağduyularına bırakılamaz.
Seçim demokrasinin bir unsurudur, ama başlı başına bir demokrasi değildir. Bununla birlikte seçimsiz bir demokrasi olması da mümkün değildir. Nitekim seçim yoluyla vatandaşlar yönetimi doğrudan ya da dolaylı etkilerler.
Demokrasi, farklılıkların birlikte yaşama biçimidir. Çoğulculuk, sayıdan çok farklılıktan kaynaklanır. Bu itibarla, çok sayıda siyasal kurumun bulunması olgunlaşmış bir demokrasinin göstergesi değildir. Demokrasinin amacı, farklılıkları yok etmek değil, uzlaştırmaktır. Bu bağlamda demokrasi biz uzlaşma ve denge rejimi olarak ifadelendirilir.
Çoğulcu yönetimle, çoğunlukçu yönetim arasında ki farklılık ve karışıklık demokrasinin tam olarak anlaşılabilirliğini engellemektedir. Sayı gücünü, başka bir deyimle; oy oranını milli irade olarak değerlendirmek, aslında çoğunlukçu bir anlayışı ortaya çıkaracaktır. Oysaki demokrasinin ana fikri çoğulcu bir yaklaşımı benimser.
Çoğunlukçu bir yaklaşım tarzı, J.J. Rousseau'nun ifade ettiği demokrasi paradoksunu ortaya çıkarmaktadır. Misal olarak; vatandaşların yarısından bir fazlası, geri kalanların arzusu hilafına karar alabilir mi? Çoğunlukçu demokrasi anlayışına göre, evet. Peki, bu halde, toplumun yarısından bir azının yönetimi şekillendirmede ki hakları ne olacaktır? Yani, yeni bir seçime kadar bu kadar büyük bir toplumsal kitle, yönetim sisteminde temsil edilmeden dışarıda mı bekleyecektir?
Bir soru daha? Eşit niteliklere sahip olmayan bireylerin, devlet politikası gibi hayati bir konuda eşit belirleyicilik hakkına sahip olmasında bir çelişki yok mudur? Nitelikli ve bilinçli bir kişinin toplum tasavvuruyla, bu özelliklerden mahrum, tamamen kendi bireysel ihtiyaçlarına odaklanmış bireyin tercihi arasında anlam ve sonuç açısından fark olmayacak mıdır?
Kendisi rasyonel olmadığı gibi yaşadığı toplumsal yapının da rasyonel olmadığı birisinin; doğru tercihte bulunması mümkün müdür? Kızarak, tepki duyarak, inadına yapılan seçimin demokrasi olarak ifade edilmesi ne kadar yerindedir? Böyle bir ortamda ayarı kaçmış demokrasi sorunu ortaya çıkmaz mı?
Elbette, bu soruların hepsine birden değişik ve farklı cevaplar vermek olasıdır. Ancak, bu cevaplarda bile müşterek tutarlı bir doğruya ulaşmak mümkün olmayacaktır. Birçok meselede olduğu gibi, demokrasi konusunda da asgari mutabakatı yakalamamız zor görülmektedir. Ama ne olursa olsun, zor ve riskli bir dönemden geçiyoruz. Zamanın ağır aksak ve medeniyetimizin aleyhine ilerlediği kasvetli bir dönemin içindeyiz. Bu dönemi, ancak birbirimize tahammül ederek, bu coğrafyada bağımsız ve kimliğimizle nasıl yaşabileceğimizi düşünerek aşabiliriz. Buna karşılık içindeki kinini ve tahammülsüzlüğünü, kontrolünü kaybettiğinde açığa çıkaranlarla geleceğin oluşmayacağı bilinmelidir. Artık Türk milleti mutlaka rasyonel bir tercihte bulunmalıdır; yoksa daha birçok defa baharı beklerken kışa yakalanabiliriz!