Okuduğum son kitabın son sayfasının kulağı çekilmiş gibiydi. Sayfa numarasından büktüm onu, olur ya okumadığım tek sayfanın son sayfa olduğunu unuturum belki diye..:

Gazete manşetlerine baktım ardından, ikinci sayfalara olan antipatim devam etmekteyken üçüncü sayfalardan hâlâ korkuyordum. Bir bardak çay ve biraz kahvaltılık eşliğinde bir Pazar'ın Ankara sabahı...

Erzincanlı bakkalımız İdris ağabeye uğradım önce. İktidara çatıyordu, "battık batıyoruz hocam" derken, elinde buruşuk bir defterle geldi bir yaşlı kadın. Kadının elleriyle bütünleşmişti ki defter, kadın defteri uzattı; "yaz" dedi. Kadın kocasını yıllar öncesinde kaybetmiş, oğlu şehit olmuş Şırnak'ta, kızı başörtülü olduğu için tıp fakültesi son sınıfta atılmış okuldan. Tezgâhtarlık yapıyormuş. Her sabah bunları anlatırmış İdris ağabeye. Mahsuni'nin "Ankara'da dayın mı var?" türküsünü "Amerika'da dayın mı var? mamudo gurban niye doğdun?" diye çevirmiş kendince. Nefes gırtlağa gümrük muamelesi yapar ya, işte öyle bir halde çıktım bakkaldan. Ankara'nın o deniz rengi mavi otobüslerine bindim. Önümdeki koltukta orta yaşlı iki bayan genç kız edasıyla sohbet ediyorken arka koltukta baba-oğul oturuyor. Yanımda bir genç, bir at yarışına bakıyor bir "iddaa" kuponuna. Telefon konuşmasından anlıyorum, eğitim fakültesi mezunuymuş. "KPSS sonuçlansın düğüne ondan sonra bakalım gülüm" diyordu. Arka koltukta "sen benim lacivert ceketimi giyersin oğlum, seneye sana yenisini alırım Allah'ın izniyle, hem bu sene boyun da büyüyor, şimdi alsak seneye kısa gelir belki sana" diyordu titreyen sesiyle baba. Çocuk "tamam babacım ama ayakkabımla da dalga geçiyor arkadaşlar, açık tribün diyorlar". Baba mahzun, çocuk Ankara caddelerinin büyük billboardlarındaki "istikrar" kelimesinin anlamını sormakta ve eklemekte; "baba, İstiklal Marşı gibi istikrar marşı da var mı?". Nefes gırtlağa gümrük muamelesi yapar ya, işte öyle bir haldeydim yine. Sonra önümdeki koltukta oturanların diyaloğu;

-kardeşimin askerliğini rahat bir yere çıkarmak için birkaç kişiyle görüşeceğim bugün.

-ben de eski eşimden olan çocuğumu göreceğim. Sonra da doktorla randevum var.

-geçmiş olsun, neyin var?

-çocuk varmış? İki aylık.

-hımm. E kurtulursun bugün.

-umarım.

-tamamen boşandınız değil mi?

-evet, beş ay oldu......

SSK İşhanı önünde iniyorum otobüsten. Sakarya Caddesinde bir çay ocağına gidiyorum. Güneş gözlüklü, turuncu gömlekli adam ekmek zammı için sövüyor ha bire. Sonra telefonda babasıyla görüşüyor; "tarla parasını aldığında bana üç bin ytl gönder baba" diyor ve ekliyor; "kredi kartı borcum aldı başını gitti". Sonra gençler geçiyor caddeden, kıyafetler, ziyafetler(!)...

Bir genç kız iki adım önde giderken, geriden yaşlı, bastonlu bir kadıncağız -zannımca annesi- geliyor. Kız kadını tanımıyormuş edasında, kadıncağız bir şeyler soruyor, kız arkasına bakmadan kaçamak cevaplarla geçiştiriyor. Sonra bir kitapçının camında kocaman bir afiş; "bütün ümidim gençliktedir". Yazının altındaki imzada sanki Atatürk bana bakıyor, ben ondan utanıyorum bilmem kimin adına. Öğle yemeği için Kocatepe'ye doğru çıkıyorum, etraftaki çöplerden artık ayıklıyor insanlarım, yemek yemekten utanıyorum. Sonra ellerindeki "durmak yok" yazılı poşette artık biriktiriyor insanım. Ardından Sıhhiye'deki eylemden gelen birkaç "halk adamı" yaz sıcağında Mc Donald's dondurmayla serinliyor, antiemperyalizm nasıl da eriyor ellerinde. Öyle ya, böyle kahrolacak Amerika. En son Sakarya Caddesine iniyorum, şu herkesin hor gördüğü "şarapçılar"dan biri "cigara var mı?" diyor. Üstü başı dağınık, saç sakal karışmış, gözlerinin feri gitmiş adamın. "Cigara"sını veriyorum, ardından memleketini soruyorum; "buralar" diyor. İki oğlu, bir kızı varmış. Varlıklıymış zamanında. Oğullarından biri avukat, birisi doktor olmuş. Avukat olan malından, doktor olan sağlığından etmiş adamı. Kızından hiç bahsetmedi. Oğulları siyasete girmiş, birkaç hafta önce her ikisini de görmüş, arabalarının ardında "yola devam" yazıyormuş. Derken bir diğeri geliyor yanımıza, önce "cigara" istiyor, sonra arkadaşının yüreğine kendince su serpiyor; "merak etme kapatırlar bunları". Adam gözleri üzerine söğüt dalları gibi düşmüş kaşlarını kaldırıyor ve gülüyor. Ben gülüyorum. O gülüyor, hatta kahkahalarının ardı arkası gelmiyor. Sonra "47" yazıyor tozlanmış mermere ve ekliyor "benim hesabımı kim kapatacak."

Kendimi bir çırpıda eve atıyorum. Okumadığım son sayfa vardı ya onda şöyle yazıyor;

"Bilmek borçlanmaktır"

SON