İllet Ol Millet Olma !

br />

 

Bütün dikkati üzerinde toplamak isteyen bir üniversite hocasının çırpınışı, gayreti, şuuru ve biraz da stand-up'ı gibidir karşınızdaki kitleyi millet yapmak kaygısı. (başka hocalara aldırmadan)

Evde olağanüstü bir durum vardır, anne-baba, çocuklar, teyze, dayı, amca, dede, nine salonun o hoş ısığında nahoş ifadeler ile karşılamaktadır sizi... Evin reisi baba kaygılıdır ve tahayyül edin ki üzerindeki o gafur pijaması ilk defa bu kadar ciddi bir imajla tanışıyor gibidir. 'Baba' durumu normalleştirmek adına herkesin dikkat etmesi gereken şeyleri söylerken, köşede fısıldaşan kızlarına kızıyordur ve bu durum aslında millet olmanın provasıdır. (Geldikleri küçük Anadolu kasabasına benzememektedir bu koca şehir, burada 'biz' olarak kalmak çok zordur. Bir o kadar da güzel)

Aynı gemide açık denizlerde... Yıllarca kazandığı dolarların bir kısmını kocaman bir tatil gemisinde 'my property' edasıyla yiyecek olan 'ensesi göbeğiyle birleşmiş olanlar' bile ortak bir mefkureye sahiptir. Zevk iklimlerinin devamı için geminin selameti mühimdir, asgari davranış ve kural pratiği hayata geçirilmiştir. Millet olmanın önemi meselesini kimileri de bu pencereden kavrayabilir.

Apartman nizamından holdinglerin 'Franchising' lerine kadar birlikte yaşama kuralları belirlenmiş, sonuçlara ortak olma vurgusuyla hedeflerin perspektifi çizilmiştir.

Bu ve benzeri ilişkilerde kişiler ne bir başka tüzel kişilik ile temsil edilebilir ne de özel kalem kullanabilir. Millet olmak da böyledir. İnsan ile milleti arasındaki tek 'sosyal çatı' ailesidir. İnsan, aile ve millet. Milletten de devlete giden bu mübarek silsilede araya girecek başka kimlikler ile evvela vahdete zeval getirilir ahirde ise 'insan da aile de millet de etkisiz hale gelir', yahut popüler ifadesiyle 'dönüştürülür, tüm paydaşlarıyla birlikte'...

Bu anlamda 'insan-aile-millet ve devlet çizgisi' hem insan hem de devlet tarafından kollanması gereken en bariz 'kırmızı çizgi'dir. En büyük kolluk kuvvetleri de buna bend olan resmi veya gönüllü kurumlardır. Öğretmen bu damarın alyuvarlarıdır. Muallimler, alimler...

Lakin durum bugün böyle değil, öğretmen, milletin ve devletin öğretmeni olmadan önce başkalarının öğretmeni olmuş bile. Bugün düşünmeyen, dünya ve ülkeye dair herhangibir fikri-kanaati olmayan insanları en çok herhangi bir tasavvuf-cemaat ekolünde yahut bölücü-yıkıcı bir STK'da bulursunuz (fikir ve çile atlasımızı halen diri tutan, muhteşem geleneğimizi koruyanlar müstesna). Kur'an'da 'neden hâlâ düşünmezsiniz' ikazının onlarca tekrarına rağmen... Zira ister cemaatler isterse de STK'lar üzerinden murat 'Türklerin müştereği nedir ve yarını nasıl olmalıdır?' sorusunun sorulmaması, sorulduğu vakit de cevabı, millete devletsiz, devlete milletsiz verdirmektir. Gördüğüm kadarıyla başarı da kaydedilmiş, millet için devlet 'tukaka', devlet için millet 'hadi başka kapıya'...

Asya steplerinden Avrupa içlerine kadarki Türk yürüyüşünde bir elimiz bir geridekinin gelenek elinde diğer elimiz bir önümüzdekinin gelecek elindeydi. Ta ki araya girenler olana dek...

Ben, insanı, toplumu, milleti okuma namına 'doğu-batı' farkına dikkat edenlerdenim. Şarkın ve garbın birbirine üstünlüğünü aramak yerine şark ile garb arasında 'sırat-ı müstakim'i bulmanın doğruluğuna, rasyonelliğine inanıyorum. Kadın ve erkek gibi birbirini tamamladığını düşünüyor, birindeki en güçlü ve müspet yanın diğerinin en büyük noksanı olduğunu görüyorum. Bununla birlikte tarz ve üslup olarak en temelde 'duruşlar'ın birbirine tezat olduğu doğu ile batı arasında pek tabiki terminolojik farklar da var. Aynı kavramın her iki literatürdeki birbirine tezatı karşısında da 'fikir ve eylem üretme'nin ceremesine şahit oluyorum. Özellikle bizim gibi sırtı-mazisi doğuya, yüzü-atisi batıya dönük Türkler, kelimenin tam anlamıyla -içinde olduğumuz yüzyıl dahil- 300 yıldır böyle bocalarken, görüyoruz ki, Asya'dan getirdiğimiz tüm milli hasletlerimizi liberal-kapitalizme, batıdan almamız icap eden müesses nizam kaidelerini de dine ve imana tercih ettiğimiz için bugün böyleyiz. Ne millet olabiliyoruz ne de aşiret. Çabuk toplanıp çabuk dağılıyoruz. Gün geçtikçe müşterek ağladığımız ne varsa azalıyor. Düşünün ki 'İstiklal Harbi'nin hemen akabinde hizipleşebiliyoruz. Hizipleşmenin ötesine geçiyor kavga ediyoruz, hasım oluyoruz. Toplumsal hafızamıza bile biz hükmedemiyoruz. İstenileni unutuyor, istenileni hatırlıyoruz. Neden mi? 'İnsan ve devlet'i başbaşa bırakmıyorlar çünkü...

Millet ile insan arasına giren tekke, zaviye, cemaat vs.i kaldırırken onların temsil ettiği değerleri bir batılı gibi taşlıyor, sonra mazinin ihtişamını bir doğulu gibi anlatıp ağlıyoruz. Problem varsa ıslah etmiyor, kapatıyoruz. Neyi kapattıysak başımıza onu daha büyük bir bela olarak çağırıyoruz. İnönü'nün baskısından Menderes'in liberalliğine geçerken Cemal Gürsel'e 'ağa' diyoruz durduk yere...

Türkiye'de ihtilal yapan askerlerin bilinçaltında Yeniçeri'nin sonu vardır, intikamı vardır. Bunu düşünmüyoruz bile...

Batı ile temas edene kadar bizdeki cemaatlerin kapısı herkese açıktı. Batı ile temastan sonra toplumdan ayrılıp kendi dünyasında yaşamanın adı oldu cemaatler. Biz o mükemmel kıvamdaki tekke geleneğimizi 'sivil toplum kuruluşları' (STK) mukavvasına ve modern cemaatlere feda ettik ve Ahi geleneğimizi sendikalara. Modern bilimin ihtisaslaşma kurgusuna İbni Sina'nın, Ali Kuşçu'nun, Biruni'nin silsilesinden gelecek 'alimlerimizi' feda ettik. Tefekkür ettiren ve hatta bunun için çilehaneler kuran ecdad nerede, bugün tebasına 'aman ha siz düşünmeyin, biz sizin yerinize düşünür, Allahın izni inayetiyle hayrı size bildiririz' diyen mübarekler(?) nerede? diye debeleniyoruz sonra...

Aynı suyu içmeyle olmuyor bu iş, kuzu da köpek de aynı sudan içiyor ama kimse köpeğini yemiyor.

Neticede iktidar, dün iğdiş ettiği millet olma bilincini bugün mum ışığında arıyor. Aynı zamanda şu görüş hâlen çok popüler; illet ol, millet olma !

Selametle...