Türk tarihinde “lider” bütün sivil veya askeri örgütlenmenin başında gelir. Diyebiliriz ki tarihimiz liderlerimizin, kahramanlarımızın tarihidir. Merhum Hocam Prof. Dr. Mehmet Altay Köymen İngiliz tarihçi Tomas Carlayl’ın “tarih kahramanların tarihidir” tezinden hareketle, “Türk tarihinden kahramanları çıkartın geriye pek bir şey kalmaz” derdi. Gerçekten de Türk tarihi incelendiği zaman görülmektedir ki, Türk milleti güçlü liderlerle en olumsuz şartlarda bile harikalar yaratmaktadır. Ahlaken ve kişilik özellikleri bakımından zaaf sahibi liderler de milleti adeta ölüme sürüklemektedirler. Göktürk Kitabelerinden itibaren bu iki tip liderler anlatılagelmiştir. Tarihte kurduğumuz devletlerin kuruluş ve yükselme devirleri ile gerileme ve yıkılma devirleri mukayese edildiğinde bu gerçek net bir şekilde görülecektir.

Geleneği, kültürü ve sosyal psikolojisi “lider kültü”ne dayalı olan Türk milleti, devlet modeli (monarşi veya cumhuriyet) veya hükümet şekli (parlamenter veya cumhurbaşkanlığı) ne olursa olsun lidere bağlılık, inanma ve güvenme ve hatta kendi sorumluluklarının bazılarını liderin üstüne yıkma kolaycılığına kaçma konusundaki tarihi özelliğini bugün de devam ettirmektedir.

Tarihin kaydettiği çok kritik anların lidere inanan çok dar bir kadro ile aşıldığı, lideri lider yapanın; kendi yetenekleri ve diğer başka özel şartlarla birlikte etrafındaki bu inanmış kadro olduğu bilinmektedir. Kritik meselelerde tereddüt gösteren kadro elemanlarının günün birinde ayrışacağı, ihanete kadar sürükleneceği görülmelidir. Çünkü “tereddüt” inançsızlıktan kaynaklanır. Bu yazımızda bunu tarihten bazı önemli olaylarla örneklendireceğiz.

16 Mayıs 1919’da Müfettişlik Karargâhı (toplam 23 kişi) ile İstanbul’dan ayrılan Mustafa Kemal Paşa 19 Mayıs’ta Samsun’da karaya çıkmış, oradan Havza’ya (25 Mayıs) ve oradan da Amasya’ya (12 Haziran) gelmişti. Yol, Sivas üzerinden Erzurum’a ve oradan da tekrar Sivas’a uzanacaktı. Bu yolculuk, Ankara’da doğacak güneşin muştucusu idi.

12 Haziran 1919’da, Sungurlu-Çorum-Merzifon üzerinden Havza’da Mustafa Kemal Paşa ile buluşmak için Ankara’dan yola çıkan Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, 18 Haziran’da hadisesiz olarak Havza’nın birkaç kilometre güneyindeki değirmenlere ulaşabilmişti. Ulaşmasına ulaşmıştı ama Mustafa Kemal Havza’da değildi. Amasya’ya hareket etmişti. Ali Fuat Paşa’yı Amasya’da bekleyecekti. Ali Fuat Paşa’nın yanında daha Ankara’dan ayrılmadan Mustafa Kemal Paşa’ya şifre telgrafla sorduğu ve onun da “İstanbul’dan gelen arkadaşları da birlikte getiriniz” dediği ismini saklayan “gizemli” fakat Mustafa Kemal Paşanın “tanıdığı bir zat” da vardı. Bu şahıs, ismini şifreli telgrafta bile açıklamaktan çekinen Rauf (Orbay) Bey’di. Ali Fuat Paşa ve beraberindekiler başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Amasyalıların candan tezahüratı ile karşılandılar. Karşılamaya gelenler o kadar kalabalıktı ki, ziyaretleri hava kararıncaya kadar sürdü. İki Paşa’nın görüşmesi akşama kalmıştı.

Yemekten sonra Mustafa Kemal Paşa, Ali Fuat Paşa ve Hüseyin Rauf (Orbay) Bey baş başa kaldılar. Müfettişlik Karargâhı Kurmay Başkanı Kurmay Albay Kazım (Dirik) yazı işlerini ve haberleşmeleri temin maksadıyla yanlarındaydı. Kurmay Binbaşı Hüsrev (Gerede) Bey de odaya girip çıkıyor, Mustafa Kemal Paşa’nın emirlerini süratle yerine getiriyordu. Söze Mustafa Kemal Paşa başladı. O tarihe kadarki temaslarını anlattı. Batı Anadolu’yu dolaşarak gelen Rauf Bey seyahat intibalarını aktardı. Ali Fuat’a bazı sorular sordu. O da cevapladı. Esas görüşmeye geçmeden önce toplantıya katılamayan Kazım Karabekir Paşa’ya toplandıklarını haber verdiler.

Toplantı aralıksız olarak saatlerce sürdü. Vatanın uğradığı istila tehlikesi, tam bağımsızlığın dokunulmazlığı ve milli hakların korunması gibi en önemli meselelerin formüle edilmesi pek kolay olmadı. Detaylara girildikçe türlü müşküllerle karşılaşılıyor, bazen konu dağılıyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın hazırlamış olduğu kısa bir muhtıra, kararların oluşturulmasında heyete bir hayli yardımcı oldu.

Uzatmayalım. Ortaya 8 maddelik Amasya Genelgesi olarak bilinen ve Milli Mücadele’nin “yol haritası” olan metin çıkmıştı. Zaman, 21/22 Haziran 1919 gecesi, yer Amasya idi.

Verdikleri kararları bir kâğıda not ettiler. Yarın veya öbür gün Amasya’ya gelmesini bekledikleri 3. Kolordu Kumandanı Albay Refet (Bele) Bey’e de okuyacak ve onun da değerlendirmesini alacaklardı. Ayrıca Konya’da 2. Ordu Müfettişi bulunan Mersinli Cemal Paşa ile Kâzım Karabekir Paşa’nın fikir ve değerlendirmelerini soracaklar, verdikleri karara iştirak edip etmediklerini öğreneceklerdi. Mersinli Cemal Paşa ile Ali Fuat Paşa, Kâzım Karabekir Paşa ile de Mustafa Kemal Paşa haberleşecek (konuşacak) ve bu suretle sürat temin olunacaktı. Müfettişlik Karargâhı Kurmay Başkanı Albay Kazım (Dirik) Bey de Mustafa Kemal Paşa’dan alacağı emir ve notlarla gerek kararları ve gerekse bu kararlardan haberdar edilecek olan komutanlarla bazı önemli kişilere yazılacak telgrafları ve mektupları ertesi akşama kadar hazırlamaya çalışacaktı.

Ertesi gün derhal faaliyete geçtiler. Mersinli Cemal Paşa kararlara tamamen iştirak ettiğini bildirdi. Hatta İtalyanlardan yeterli miktarda silah ve cephane tedarik ederek halka dağıtabileceği vaadinde bulundu. Kâzım Karabekir Paşa kararlara iştirak etmekle birlikte, Sivas Kongresi’nden önce Erzurum’da vilâyat-ı şarkiye kongresinin toplanmasını ve Mustafa Kemal Paşa ile Rauf Bey’in toplantıya katılmak için Erzurum’a gelmelerini rica etmişti. Karabekir Paşa’nın bu arzusunu kabul ettiler. Fakat bir ihtilaf ortaya çıkmıştı: “Memleketi Şark ve Garp diye ikiye ayırmak doğru değildir. Vatanı bir kül (bütün) olarak mütalaa etmeli. Kurtuluş için umumi çareler aramalıdır.” Diyen Mustafa Kemal ile daha İstanbul’da iken “Erzurum’da bir mukavemet merkezi yaratarak, milli bir Türk hükümetinin esaslarını kurarak, buradan harekete geçilmesinin isabetinden bahseden” Karabekir Paşa karşı karşıya gelmiş oluyorlardı. İşaret etmek istediğimiz konu bu değildir. Geçelim. 21 Haziran 1919 akşamına dönelim.

Amasya’da son defa olarak toplandılar. Samsun Kaymakamı (Mutasarrıfı) Hamit Bey çok acil işleri olduğu gerekçesiyle toplantıya katılamadı. Albay Refet (Bele) Bey seyahatten dönerek onlara katılmıştı. Mustafa Kemal Paşa Kurmay Başkanı Albay Kazım (Dirik) Bey’e bazı emirler yazdırıyordu. Bir taraftan da İstanbul’a yazılan mektuplar temize çekiliyordu. Bunları Ali Fuat Paşa ile beraber Ankara’dan gelen maliye müfettişi Arif Bey götürecek, Kara Vasıf Bey’e verecekti. Dağıtım onun vasıtasıyla yapılacaktı. Bu fikri Hüseyin Rauf Bey verdi. Kara Vasıf Bey ve arkadaşları İstanbul’da gizlice faaliyette bulunuyorlar, muhitlerini gittikçe genişletiyorlardı. Bu teşkilattan Mustafa Kemal Paşa’nın da haberi vardı. İstanbul’da bulunduğu sıralarda kendileri ile temas etmişti.

Albay Refet Bey, onlara iştirak edebilmek için hazırlanmış olan yazıları ve kararları gözden geçiriyordu. Yazı işleri bitinceye kadar toplantı odasına girip çıkıyor, bu arada Ali Fuat Paşa diğer salonda bulunan Mustafa Kemal Paşa’nın maiyyet erkânı ile konuşuyordu. Çoğu eskiden tanıdığı kimselerdi. Bunlar arasında Kurmay Yarbay Arif (Ayıcı), Doktor Binbaşı Refik (Başbakan Refik Saydam) Beyler de vardı. Az sonra Yaverlerden biri salona geldi ve Ali Fuat Paşa’ya, “Paşa Hazretleri sizi rica ediyorlar” dedi. Ali Fuat Paşa toplantı odasına döndü. Hüseyin Rauf (Orbay) Bey de orada idi. Mustafa Kemal Paşa:

“Hamdolsun işlerimiz tamamlandı. Burada bulunmayıp da kararlarımıza iştirakini temin eylediğimiz arkadaşlarla da muhabere ederek fikri mutabakat hasıl olduğunu gördük. Öyle ise şimdi kararlarımızı imzalayabiliriz…” dedi. Hüseyin Rauf Bey ile Ali Fuat Paşa imzaladıktan sonra sıra Albay Refet Bey’e gelmişti. Refet Bey ufak bir tereddütten sonra Ali Fuat Paşa’ya döndü:

“Kongrenin icabında bir hükümet teşkil edeceği anlaşılıyor. Acaba siz de böyle mi anlıyorsunuz?” diye sordu.

Ali Fuat Paşa, “Evet, kongrenin her şeyi tetkik ve müzakere ettikten sonra milletin hürriyet ve istiklalini temin maksadıyla bir hükümet tesisi de lazım geliyorsa bunu yapabileceğini ben de anlıyorum.” Cevabını verdi. Bunun üzerine itiraz etmedi. Mustafa Kemal Paşa’nın uzattığı kararnamenin altına imzasını koydu.

Refet Bey gerçekten bu kararları imzalamış mıydı? Yoksa imzalar gibi mi yapmıştı? Evet! Lidere ve davaya inanmışlık veya kısa bir tereddüt yani inançsızlık veya inanç eksikliği insanları nereye sürükleyecektir. Tarihimize bir de bu cephelerden bakılması zamanı gelmiştir. Bakalım imzalamış mı?

Bu olayı şimdiye kadar Ali Fuat (Cebesoy) Paşa’nın “Millî Mücadele Hatıraları” isimli eserinden (Temel Yayınları, İstanbul, 2000, s. 89-97.) verdik. Ali Fuat Paşa’nın Amasya’da gerçekleşen bu toplantı hakkındaki şu önemli değerlendirmesi ile onun anlatımlarına nokta koyalım: “Mukaddes İttifak, adını verdiğim Amasya Mukarreratı (Kararları) toplacı bir ruh taşımaktadır. Şunu hemen ilave etmeliyim ki, bunun başlıca âmili de Mustafa Kemal Paşa’dır.”

1927 yılının Ekim Ayının 15. günü Cumhuriyet Halk Partisi’nin İkinci Kongresi Ankara’da toplanmıştı. Sivas Kongresi I. Kongre kabul edildiği için bu kongre ikinci oluyordu. Aynı gün kongreye katılan Mustafa Kemal Paşa, 36 saat 33 dakika süren ve altı günde biten Nutku’nu okumaya başladı. Paşa, TBMM’ndeki “Hâkimiyet Milletindir” levhasının altındaki kürsüden “1919 yılı Mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Ülkenin genel durumu ve görünüşü şöyledir:” diyerek konuşmasına başladı ve 1927 yılına kadar geçen olayları belgeleriyle anlattı.

Muhtemelen 15 Ekim ve 16 Ekim, yani Nutku okumaya başladığı ya birinci ya da ikinci gün konu “Amasya Toplantısı ve Kararlarına” geldi. Genelgenin nasıl yazıldığını anlattı ve kararların ana hatlarını okudu. “Görüyorsunuz ki bu yazdırdıklarım, zaten vermiş ve dört gün önce Trakya'ya bildirmiş olduğum bir kararın Anadolu'ya da genelge ile bildirilmesinden başka bir şey değildir. Bu kararın 21/22 Haziran 1919 gecesi, karanlık bir odada alınmış korkunç ve gizemli (esrarengiz) yeni bir karar olmadığı kolaylıkla anlaşılır sanırım. Bu noktanın aydınlanması için, arzu buyurursanız küçük bir açıklamada bulunayım.” dedi.

Paşa elinde bazı kâğıtları, belgeleri milletvekillerine göstererek şöyle devam etti:

“Efendiler, o müsvedde işte bu kâğıtlardır, (göstererek) dört maddeliktir, içindekileri söyledim. Sonunda benim imzam vardır. Bir de, görevi dolayısıyla, Kurmay Başkanım olan Albay Kâzım Bey'in (şimdi İzmir Valisi Kâzım Paşa - Kâzım Dirik), kurmay heyetinden tebliğ işleriyle görevli Hüsrev Bey'in (şimdi elçi – Hüsrev Gerede), askeri makamlara şifre eden emir subayım Muzaffer Bey'in (Kılıç) ve sivil makamlara şifreleyen bir memur efendinin imzaları vardır. Bundan başka daha bazı imzalar vardır.

Bu imzaların bu müsveddeye konması iyi bir şans ve tesadüf eseridir.

Daha, Havza'da bulunduğum sırada, Ankara'da bulunan Yirminci Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa'dan bir şifre aldım. Bu şifre: ‘Tanıdığınız bir kişi kimi arkadaşlarla İstanbul'dan buraya gelmiştir. Nasıl hareket etmeleri konusunda ne emir buyuruyorsunuz?’ şeklinde idi. Adeta bir bilmeceyi andıran bu telgraf, bende büyük bir merak ve hayret uyandırdı. Söz konusu edilen kişiyi tanıyorum. Benden nasıl hareket edileceğini soruyor. Ankara'da arkadaşım olan güvenilir bir komutanın yanında. Telgraf da şifrelidir. Öyleyse neden adını şifreli olarak bile yazdırmaktan çekiniyor? Bir hayli düşündüm, kavrar gibi oldum. Tahmin buyrulur ki, bilmece çözmekle uğraşacak zamanım yoktu. Fakat, Fuat Paşa'yı yakından görmek; bölgeleri, çevreleri, düşünceleri üzerinde kendisiyle konuşmak, bence pek istenilir bir şeydi. Bu bilmeceli telgraftan ilham alarak kendisine şu ricada bulundum; ‘Ankara'dan ayrıldığınızı belli etmeyecek tedbirleri aldıktan sonra ad ve kıyafet değiştirerek birkaç gün için hemen yanıma geliniz. İstanbul'dan gelen arkadaşları da birlikte getiriniz.’

Gerçekten, Fuat Paşa dediğim gibi Havza'ya hareket eder. Ancak, bazı zorlayıcı nedenlerden dolayı, ben derhal Havza'dan ayrılıp Amasya'ya gitmeğe mecbur olmuştum. Fuat Paşa, Havza yolunda durumu anlar ve Amasya'ya yönelir. İşte böylece 21/22 Haziran’da Amasya'da yanımda bulunuyor. Adı şifrede bildirilmeyen kişi de Rauf Bey idi.

İstanbul'dan ayrılmak üzere, evimden otomobile bineceğim sırada Rauf Bey yanıma gelmişti. Bineceğim vapurun izleneceğini ve beni İstanbul'da iken tutuklamadıklarına göre, belki de Karadeniz'de batırılacağımı güvenilir kimselerden işitmiş, onu bildirdi. Ben İstanbul'da kalıp tutuklanmaktansa batıp boğulmayı yeğledim ve yola çıktım. Kendisine de, eninde sonunda İstanbul'dan çıkmak zorunda kalırsa benim yanıma gelmesini söyledim.

Rauf Bey gerçekten İstanbul'dan çıkmak gereğini duymuş ve çıkmış; ama benim yanıma gelmedi. Arkadaşı olan 56. Tümen Komutanı Albay Bekir Sami Bey'le buluşmak istemiş ve İzmir cephesine daha yakın bir yerde daha etkili ve daha yararlı olacağını sanarak Bandırma - Akhisar yoluyla Manisa bölgesine gitmiş. Gittiği yerde, halkın maneviyatını bozuk, durumu tehlikeli ve korkunç bulmuş. Hemen ad değiştirerek oradan Ödemiş, Nazilli, Afyonkarahisar üzerinden Aziziye (Emirdağ) -Sivrihisar yoluyla ve araba ile de Ankara'ya Fuat Paşa'nın yanına gelmiş ve bana haber göndermiş. Pek güzel ama, adını saklayarak beni üzmenin anlamı var mıydı?

Öte yandan, Üçüncü Kolordu Komutanım olup Samsun Mutasarrıflığında bıraktığım Refet Beyi artık Sivas'a, Kolordu merkezine göndermek istiyordum. Birkaç kez, gelmesi için emir vermiştim. Bölgesinde teftişe çıkmış. Emirlerime cevap bile alamıyordum. Nihayet, o da bir tesadüf eseri olarak o gün gelmişti.

Şimdi imza işine gelelim: Ben müsveddenin yeni gelen arkadaşlarca da imzalanmasını istedim. O sırada Rauf ve Refet Beyler benim odamda, Fuat Paşa başka bir odada bulunuyorlardı.

Rauf Bey, ‘konuk olduğundan bu müsveddeye imza koymak için kendinde bir ilgi ve yetki görmediğini’, incelikle söyledi. Bunun bir tarihsel an değerinde olduğunu ileri sürerek imza etmesini söyledim. Bunun üzerine imza etti.

Refet Bey imzadan çekindi ve ‘böyle bir kongre toplanmasındaki maksat ve yararı anlayamadığını’ söyledi.

İstanbul'dan beri yanımda getirdiğim bu arkadaşın -tuttuğumuz yola göre- anlaşılması pek kolay olan bir konuda açığa vurduğu düşünüş ve duyuş biçimi bana çok acı geldi. Fuat Paşa'yı çağırttım. Paşa, maksadımı anlayınca derhal imza etti. Fuat Paşa'ya Refet Bey'in çekinmesinin nedenini anlayamadığımı söyledim. Fuat Paşa Refet Bey'den biraz ciddi açıklama yapmasını istedikten sonra, Refet Bey müsveddeyi eline alarak kendine göre bir işaret koydu. Öyle bir işaret ki, bunu, bu müsveddede bulmak biraz güçtür. (Buyurun, merak eden inceleyebilir.).

Efendiler, gereksiz gibi görülebilen bu açıklamalar, daha sonraki yıllara ve olaylara ait bazı karanlık noktaları aydınlatmaya yardımcı olur düşüncesiyle yapılmıştır.”  (K. Atatürk, Nutuk 1919-1927, Bugünkü Dille Yayına Hazırlayan: Z. Korkmaz, AAM. Yayınları, Ankara, 2012, s. 22-24).

Evet, Rauf ve Refet Beylerin tereddütlü halleri, ikircikli tutumları sonrasına da işaret ediyordu. Millî Mücadele bittikten sonra, devlet yeniden yapılanırken, inkılaplar yapılırken Mustafa Kemal Paşa’nın karşısına dikilecek ilk grupta bu iki kişi yer alacaktı.

Lidere inanmak ve güvenmek gerekiyordu. Eğer birlikte bir yol yürünecekse. Hele hele kritik anlarda tereddüt gösterilmemeliydi. İşin başında tereddüt gösteren zaten sonunda da olmayacaktı.

Bu yazımızda lidere inanmada tereddüt gösteren bazı kadro elemanlarından örnekler verdik. Bir sonraki yazımızda ise tersinden bir örnek vereceğiz: “Lider istediği için kendini ateşe atanlar”dan bahsedeceğiz.