Dünya Barışı: İnsanlığa Hizmet

Atatürk, büyük bir Türk milliyetçisi olarak, milliyetçiliği reddeden teori ve görüşlere hiç itibar etmemiştir. Ancak, bütün başka milletleri hor gören, aşağılayan, saldırgan (irredantist) bir tutumu da asla benimsememiştir.

Atatürk, her ülkenin yöneticilerinin asıl sorumluluklarının elbette kendi milletlerine karşı olduğunu belirtmiş; Türk milletinin şerefi, hakları, yararları söz konusu olduğunda, bunların tam bir dikkat ve titizlikle korunmasını görevlerin en kutsalı saymıştır. Milliyetçiliğinin özünden ve amacından sapmadan şu gerçeği de gözden kaçırmamıştır: Hiçbir millet bu dünyada tek başına yaşamamaktadır.[1] O, 21 Haziran 1935’te bir yabancı gazeteciye verdiği demeçte bu konuda şunları söylemiştir:

“Coğrafi durumları ne olursa olsun, milletler birbirlerine birçok bağlarla bağlıdırlar… Eğer bir apartman, sakinlerinden bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin yangının etkisinden kurtulmasına imkan yoktur.”[2]

Atatürk vizyon (öngörü) sahibi bir devlet adamı, lider olarak bugün sıklıkla kullanılan “küreselleşme” kavramının henüz kimse tarafından konuşulmadığı bir tarihte, 17 Mart 1937’de Türkiye’yi ziyaret eden Romanya Dışişleri Bakanı Antonecu ile konuşurken şunları söylemiştir:

“Bugün bütün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bu itibarla insan mensup olduğu milletin saadetini düşündüğü kadar, bütün cihan milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli ve kendi milletinin saadetine ne kadar kıymet veriyorsa bütün dünya milletlerinin saadetine hizmet etmeye elinden geldiği kadar çalışmalıdır…

Çünkü dünya milletlerinin saadetine çalışmak, diğer bir yoldan kendi huzur ve saadetini temine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında sükûn (huzur), açıklık ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendisi için ne yaparsa yapsın, huzurdan mahrumdur (yoksundur).

Onun için ben sevdiklerime şunu tavsiye ederim: Milletleri yönetenler, tabii evvela ve evvela kendi milletinin varlık ve saadetinin gerçekleştiricisi olmak isterler. Fakat aynı zamanda bütün milletler için aynı şeyi istemek lazımdır…

En uzakta zannettiğimiz bir hadisenin (olayın) bize bir gün temas etmeyeceğini (etkilemeyeceğini) bilemeyiz. Bunun için beşeriyetin (insanlığın) hepsini bir vücut ve bir milleti bunun bir uzvu (organı) addetmek (saymak) icabeder. Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan diğer bütün organlar müteessir olur (etkilenir).”[3]

İnsanlığın sorunlarına büyük bir ileri görüşlülükle ve seziş gücü ile bakan Atatürk, henüz Birleşmiş Milletler, UNESCO ve benzeri kuruluşlar ortada yokken, geri kalmış ülkelerin kalkınmasının dünya ülkelerinin tümü için önem taşıdığı bilinci henüz yerleşmemişken, dünyadaki bütün insanların bazı konularda ortak tehlikelerle karşı karşıya oldukları ve ortak çıkarlara sahip bulundukları yeterince anlaşılmamışken ve nihayet sömürgeciliğin neredeyse dünyanın yarısına egemen olduğu bir dönemde şunları söylüyordu:

“İnsanları mutlu etmenin tek yolu, onları birbirlerine yakınlaştırarak, onları birbirlerine sevdirmektir.” “Şuna da inanıyorum ki, eğer devamlı barış isteniyorsa, kitlelerin vaziyetlerini iyileştirecek milletler arası tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın bütününün refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları, kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir.”[4]

Atatürk’ün “dünya barışı” için samimi gayretleri bütün dünyada dikkatleri çekmiş ve daima takdir görmüştür. Daha 1938 yılında bugünkü Birleşmiş Milletler Teşkilatının öncüsü olan Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam) Atatürk hakkında “barışın dahi hadimi (hizmetkârı)” deyimini kullanmıştır.

Yine O’nun 100. Doğum Yılında Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı (UNESCO), Atatürk’ü anma kararı almış ve o kararda şunları vurgulamıştır:

“Kemal Atatürk, dünya milletleri arasında devamlı barış ülküsünün ve karşılıklı anlayış ruhunun olağanüstü bir öncüsüdür; bütün hayatı boyunca insanlar arasında hiçbir renk, din ve ırk ayrımı tanımayan bir ahenk ve işbirliği çağının açılması uğrunda çalışmıştır.”[5]

Milli Savunma: “Hak Kuvvetin Üstündedir”

Atatürk, bütün barış çağrı ve çabalarına rağmen milletlerarası sistemde henüz adil bir düzenin kurulamadığının farkındadır. Kuvvetli olan hakkı ve haklı olanı ezebilmekte, çoğu zaman güçlü olan kendi menfaatleri bakımından dünyayı ateş ortamına atabilmektedir. Yaşadığımız pek çok olay bunu açık olarak göstermektedir. Nitekim Atatürk, 25 Ekim 1931’de Balkan Konferansı için Türkiye’ye gelen konferans üyelerine Fransızca yaptığı bir konuşmada, “insanları mutlu edeceğim diye onları birbirine boğazlatmak, insani olmayan ve son derece üzücü bir sistemdir.” Diyerek bu çarpık milletlerarası sisteme tepki göstermiştir.

Dolayısı ile dünya barışını istemek ve bunun gerçekleşmesi için çalışmak başka bir şeydir; derin bir hayal âleminde yaşamak başka bir şeydir. Bunun için kendi milletinin gücünü artıracak tedbirlerin ihmal edilmemesi gerekir. Atatürk’ün barışçılığı “ödüncü” veya “yatıştırmacı” değildir. O hiçbir zaman ülkenin ve milletin hayati çıkarlarını tehlikeye sokmadığı gibi, bu çıkarlardan herhangi bir ödün de vermemiştir. Atatürk’ün dış politikadaki gerçekçiliği, onun düşmanlarına karşı yatıştırmacı bir politika izlemesini veya olaylar karşısında hayalci olmasını engellemiştir. Atatürk, bir milletin barış içinde yaşayabilmesi için, kendini savunacak güce ve iradeye sahip olması gerektiğini Lozan Barış Antlaşması sonrasındaki şu sözleriyle çok açık bir şekilde ortaya koymuştur:

“Bugün vardığımız barışın ebedi barış olacağına inanmak safdillik olur. Bu o kadar önemli bir gerçektir ki, ondan bir an bile gaflet, milletin hayatını tehlikeye sokar. Şüphesiz, hukukumuza, şeref ve haysiyetimize saygı gösterildikçe mukabil saygıda asla kusur etmeyeceğiz. Fakat, ne çare ki, zayıf olanların hukukuna saygının noksan olduğunu veya hiç saygı gösterilmediğini çok acı tecrübelerle öğrendik. Onun için her türlü ihtimallerin gerektireceği hazırlıkları yapmakta asla gecikmeyeceğiz.”[6]

Atatürk bir devlet adamı olarak barış yoluyla insanlığa hizmet etmek ile Türk milletinin varlığı ve bağımsızlığının korunması arasındaki dengeyi çok iyi gözetmiştir. Atatürk, “âlemde bir hak vardır ve hak kuvvetin üstündedir.” Dedikten sonra hemen şunları ekliyor: “Şu kadar ki, milletin haklarını anlayıp onları savunmak ve korumak uğruna her türlü fedakârlığa hazır olduğuna dair dünyaya bir kanaat vermesi lazımdır.” O, aynı konuda şunları söylüyor:

“Hiçbir millet ve memlekete karşı tecavüz fikri beslemeyiz. Fakat varlığımızı ve bağımsızlığımızı korumak için, bir de milletimizin iç rahatlığı ve gönül huzuru ile çalışarak refahlı ve mutlu olmasını sağlamak için, her vakit memleket ve milletimizi korumağa gücü yeten bir orduya sahip olmak da ülkümüzdür.”[7]

Mazlum Milletlerin Sesi Olmak

Atatürk, Milli Mücadele’de yalnız Türk milletinin değil, sömürge altındaki bütün mazlum milletlerin de bağımsızlık ve hak davasını üstlenmiştir, savunmuştur. Elbette, “tam bağımsız, milli bir Türk devleti kurmak” Türk Kurtuluş Savaşı’nın doğrudan bir amacı idi. Buna karşılık, sömürge ya da yarı sömürge statüsünde bulunan “mazlum milletlere” kurtuluş hareketlerinde örnek olmak, Mustafa Kemal Paşa’nın başlattığı Türk Kurtuluş hareketinin dolaylı, fakat bilinçli bir amacı idi. Türk Kurtuluş Savaşı, yirminci yüzyılın başından itibaren tarihe karışmaya başlayan klasik tipteki sömürgeciliğe karşı girişilmiş bir mücadele idi. Bu mücadele sonunda kazanılan zafer, sömürgeciliğe indirilmiş bir darbe olmuştur.

Anadolu’daki hareketin sömürge halkları için bir örnek teşkil edeceği, Mustafa Kemal’in bunun için de hareketi başlattığını gösterecek birçok kanıt vardır. Mustafa Kemal Paşa, 18 Ekim 1921’de Ankara Cebeci’deki Azerbaycan Elçiliği’ne bayrak çekilmesi töreninde, Azerbaycan Elçisi İbrahim Abilof’un konuşmasına cevaben yaptığı konuşmada, Anadolu’ya yapılan saldırıların esasında bütün “Doğu’ya” yapılmış olduğunu ve bunun mutlaka “kırılacağını” ifade etmektedir:

“… Anadolu’yu da göz önüne getirmenizi rica ederim. Tesadüfen sağımda duvarda asılı olan şu haritanın çok güzel gösterdiği gibi Anadolu da bütün Asya’nın, bütün haksızlığa uğramışlar dünyasının, zulüm dünyasına doğru ileri sürdüğü bir durumda bulunmaktadır. Anadolu bu durumu ile bütün haksızlıklara ve saldırılara uğramaktadır. Anadolu, yıkılmak, çiğnenmek, parçalanmak isteniyor. Fakat Efendiler, bu saldırılar sadece Anadolu’ya yönelmiş değildir. Bu saldırıların genel hedefi bütün Doğu’dur.

Anadolu, her türlü tasallutlara ve taarruzlara karşı bütün varlığıyla kendini savunmaktadır ve bunda başarılı olacağından emindir. Anadolu, bu savunmasıyla yalnız kendi hayatına ait görevi yapmıyor, belki bütün Doğu’ya yönelen saldırılara bir set çekiyor. Efendiler, bu hücumlar elbette kırılacaktır. Bütün bu tasallutlar mutlaka son bulacaktır. İşte ancak o zaman Batı’da, bütün Dünya’da gerçek sükûn (huzur), gerçek refah ve insanlık hüküm sürecektir.”[8]

Atatürk’ün bu düşünceleri, sadece çeşitli konuşmalarında ifade ettiği görüşler düzeyinde kalmamış; Ankara yönetiminin imzaladığı bazı milletlerarası antlaşmalara da konu olmuştur. Sovyetler Birliği ile Moskova Antlaşması’nı imzalamak için Moskova’ya giden Türk heyeti, Sovyetlerle bir dostluk antlaşması imzalamak için yine oraya gelen Afganistan heyeti ile 1 Mart 1921’de bir antlaşma imzalamıştır. On maddeden oluşan bu antlaşmanın ilk maddesinde Türkiye’nin Afganistan tarafından tanındığı belirtildikten sonra, ikinci maddesinde şöyle deniliyordu:

“Madde 2. Bağıtlı Yüksek Taraflar, tüm Doğu milletlerinin kurtuluş, bütünüyle özgürlük ve bağımsızlık hakkına sahip olduklarını ve bunlardan her milletin istediği herhangi bir rejim ve hükümet biçimi ile kendisini yönetmekte özgür olduğunu açıklar…”[9]

Böylece Anadolu hareketinin, bütün “Doğu milletlerinin” kurtuluşu hareketinin bir parçasını oluşturduğu gerçeği, milletlerarası bir antlaşmaya konu edilmiş oluyordu. Aynı antlaşmanın dördüncü maddesinde ise; “bağıtlı taraflardan biri, Doğu’yu istila ya da sömürge yapma siyasetini izleyen herhangi bir emperyalist devlet tarafından ötekine yapılacak saldırıyı bizzat kendine yapılmış sayarak elindeki araçlar ve olanaklarıyla onu püskürtmeyi kabul eder.”[10] Denilmekte, sömürge ve istila politikalarına karşı diğer devletlerle birlikte, ortaklaşa olarak ve aktif biçimde mücadele edilmesi amaçlanmış oluyordu.[11]

Mustafa Kemal, Türk Kurtuluş Savaşı devam ederken Anadolu’daki hareketin evrensel boyutlarını çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmalarda en açık bir biçimde dile getirmiştir. Mesela İran Elçisi Mümtazüddevle İsmail Han Ankara’ya geldiğinde, Rus Elçisi Aralof’un İran Elçisi şerefine verdiği ziyafette 7 Temmuz 1922’de yaptığı konuşmada şunları söylüyor:

“Türkiye’nin bugünkü mücadelesinin yalnız Türkiye’ye ait olmadığını, bütün arkadaşlarımız söylemişlerse de bunu bir defa daha doğrulamak gereğini duyuyorum. Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi ad ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye büyük ve önemli bir çaba harcıyor. Çünkü savunduğu, bütün haksızlığa uğramış milletlerin, bütün Doğu’nun davasıdır ve bunu sonuçlandırıncaya kadar Türkiye, kendisiyle beraber olan doğu milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir.

Türkiye şimdiye kadar var olan tarih kitaplarının gereklerini değil, tarihin gerçek gereklerini izleyecektir. Gerçekten var olan tarihlerin kaydettiği olaylar milletlerin gerçek düşünceleri, işleri, hareketleri değildir.

Doğu milletleri kendi istekleri, kendi duygularıyla hareket etmiyorlardı. Onların başında birtakım zorbalar, keyfi hareket eden çarlar, hükümdarlar vardı. Yazılmış tarih daha çok onların hırslarını tatmin için yaptıkları olaylardır. Biz onların hepsini yırtacağız, yeni bir tarih yapacağız.”[12]

Atatürk, “mazlum milletlere” ve “Doğu milletlerine” örnek tutumunu ve onların milli kurtuluşları için giriştikleri çabaya olan ilgisini ve sempatisini Türk Kurtuluş Savaşı sonrasında da sürdürmüştür. Atatürk “vizyoner bir lider” olarak 1933 yılında yaptığı bir konuşmada hem bu konudaki kararlığını hem de mazlum milletlerin kurtulacağına, emperyalizmin yok olacağına olan inancını çok güçlü bir şekilde dile getirmiştir:

“Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız! Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan, bütün Doğu milletlerinin de uyanışını öyle görüyorum. İstiklal ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu, şüphesiz ki, ilerlemeye, refaha doğru gerçekleşecektir. Bu milletler bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır.

Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hâkim olacaktır.”[13]

Atatürk’ün bu öngörüsü II. Dünya Savaşı sonrasında büyük ölçüde gerçekleşmiştir. Atatürk’ün mazlum milletlerin bağımsızlık hareketlerine önderlik ettiğini bu devletlerin devlet adamları mesela; Muhammed Ali Cinnah (Pakistan), Habip Burgiba (Tunus), Sir Abdurrahim (Hindistan) vb. dile getirmişlerdir.[14]

Güzel Sanatlar ve Spor

Bir milletin oluşmasında ve yücelmesinde milli kültürün etkili olduğunu belirten Atatürk, bu çerçevede bir kültür unsuru olarak güzel sanatların büyük etkisi olduğu inancında idi. Nitekim O, Cumhuriyet’in onuncu yıldönümü törenlerinde yaptığı ünlü konuşmasında, “milli kültürümüzü çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkaracağız” dedikten sonra güzel sanatlara özel bir yer ayırmıştır:

“… Ve çünkü, Türk milletinin, yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir. Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihî bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini ve millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür. Türk milletine çok yakışan bu ülkü, onu, bütün beşeriyette, hakikî huzurun temini yolunda, kendine düşen medenî vazifeyi yapmakta muvaffak kılacaktır…”[15]

Milli Mücadele’deki askeri başarıları, kültür alanındaki başarıların takip etmesi gerekliydi. Kültür alanında, hem millileşerek kendi tarihi köklerimizden beslenmek, hem de çağdaşlaşarak dünyaya açılmak ve seslenebilmek gerekiyordu. Güzel sanatlar alanında yapılacak atılımlar, kültürel kalkınmanın ayrılmaz bir parçası idi.

Atatürk’e göre, “güzel sanatlarda başarı, bütün inkılapların başarılı olduğunun en kesin delili”[16] olacaktı. Güzel sanatlarda başarılı olmayan milletlerin, “medeniyet alanında yüksek insanlık sıfatıyla tanınmaları”[17] imkansızdı.

Atatürk, kültür ve onun içinde güzel sanatlar konusunu daha Cumhuriyet ilan edilmediği günlerde, 1 Mart 1923’te TBMM’nde yaptığı bir konuşmada, “vatanın önemli merkezlerinde modern kitaplıklar, konservatuarlar, müzeler, güzel sanat sergileri kurmak” ve bütün ülkeyi “basımevleriyle donatmak” zorunluluğundan bahsetmiştir.

Sanata ve sanatçılara büyük değer veren Atatürk bir devlet kuran devlet adamı olarak, güzel sanatlar alanında hem kurumsal hem de eğitim anlamında çok büyük işlere imza atmıştır.[18]

Atatürk, gençliğin manevi ve bilimsel eğitimine çok önem verdiği gibi, gençlerin güzel sanatlar eğitimi ile beden eğitimine de çok önem vermiştir. Gençlerin müzik, resim, sahne sanatları ve sporla meşgul olmalarını çok istemiş ve bununla ilgili kurumların oluşturulmasını istemiştir. Çoğu kurumu da kendi döneminde kurdurtmuştur. O, 1 Kasım 1937’de TBMM’nin Beşinci Dönem Üçüncü Toplanma Yılı’nı açarken yaptığı konuşmasında bu konuda şunları söylemiştir:

“İlk resim galerimizi de bu yıl açmış bulunuyoruz.

Geçen yıl, Ankara’da kurulan Devlet Konservatuvarı’nın müzikte, sahnede, kendisinden beklediğimiz teknik elemanları süratle verebilecek hale getirilmesi için, daha fazla gayret ve fedakârlık yerinde olur. Her çeşit spor faaliyetlerini, Türk gençliğin milli terbiyesinin (eğitiminin) ana unsurlarından saymak lazımdır. Bu işte, hükümetin şimdiye kadar olduğundan daha çok ciddi ve dikkatli davranması, Türk gençliğini, spor bakımından da milli heyecan içinde itina ile yetiştirmesi, önemli tutulmalıdır.”[19]

***

[1] T. Feyzioğlu, “Atatürk ve Fikir Hayatı”, s. 146.

[2] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: III., 2. Baskı, Ankara, 1961, s. 98.

[3] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: II., s. 281-282.

[4] U. Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 316. T. Feyzioğlu, “Atatürk ve Fikir Hayatı”, s. 148.

[5] T. Feyzioğlu, “Atatürk ve Fikir Hayatı”, s. 149.

[6] M. Gönlübol, “Atatürk’ün Dış Politikası, Amaçlar ve İlkeler”, Atatürk Yolu, Ortak Eser, s. 275-276. O. Koloğlu, Mazlum Milletler Devrimleri ve Türk Devrimi, I. Kitap, Çapa Matbaası, Ankara, yayın yılı yok, s. 59.

[7] U. Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 311. T. Feyzioğlu, “Atatürk ve Fikir Hayatı”, s. 147.

[8] Hâkimiyet-i Milliye, 20 Kasım 1921. G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, (Bugünkü Dille), s. 252-253. M. Gönlübol, “Atatürk’ün Dış Politikası, Amaçlar ve İlkeler”, Atatürk Yolu, Ortak Eser, s. 255.

[9] H. Özlü, “Türk-Afgan Dostluk Ve İşbirliği Anlaşması” Kapsamında Atatürk Dönemi Türkiye-Afganistan İlişkilerine Bakış, Uluslararası Avrasya Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:3, Sayı:8 (2012), s. 36.

[10] H. Özlü, a. g. m., s. 36.

[11] M. Gönlübol, “Atatürk’ün Dış Politikası, Amaçlar ve İlkeler”, Atatürk Yolu, Ortak Eser, s. 255-256.

[12] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, (Bugünkü Dille), s. 347.

[13] Dünya Gazetesi, 24 Aralık 1954. U. Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 271. M. Gönlübol, “Atatürk’ün Dış Politikası, Amaçlar ve İlkeler”, Atatürk Yolu, Ortak Eser, s. 256-257.

[14] Bu devlet adamlarının konuyla ilgili konuşmaları için bakınız: M. Gönlübol, “Atatürk’ün Dış Politikası, Amaçlar ve İlkeler”, Atatürk Yolu, Ortak Eser, s. 256.

[15] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: II., s. 275-276.

[16] U. Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 128.

[17] U. Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 128.

[18] Atatürk’ün bu konuda yaptığı işler için bakınız: T. Feyzioğlu, “Atatürk ve Fikir Hayatı”, s. 204 vd.

[19] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: I., 2. Baskı, Ankara, 1961, s. 402. G. M. Kemal Atatürk, Eğitim Politikası Üzerine Konuşmalar, s. 96.