Türkiye'de hukuk algısının olumsuz bir noktaya gittiği, ayrıca hukukun üstünlüğü konusunda toplumda ciddi bir güvensizlik doğduğu bilinmeyen bir husus değildir. Üstelik yargının tarafsızlığına olan güven her geçen gün daha da azalmaktadır.

Önceki bir yazımızda Deniz Feneri ve futbolda şike operasyonu ile Ergenekon ve Balyoz Operasyonlarındaki göz altına alınma ve tutuklanma şekillerine, zamanlamasına ve zanlılara yapılan muamelelere bakılınca, uygulanan çifte standarda dikkat çekmiştik. Ayrıca, yandaş medya Deniz Feneri davası sanıklarını gündemden kaçırırken ve şike operasyonuyla yoğun olarak ilgilenirken, Deniz Feneri davasını görmezden gelmesine vurgu yapmıştık. Bu konuyla doğrudan bağlantılı olan HSYK'nın ise Anayasa Referandumundan sonra tamamen siyasallaştığını ve hükümetin yörüngesine girdiğini anlatmaya çalıştık. Ve bu durumu Türkiye'nin yargıçlar devleti haline gelmesi olarak yorumlamıştık.

Hukukun Üstünlüğü Yerine, Üstünlerin Hukuku Geçerli!

Bu yazımızda da meselenin farklı bir boyutuna dikkat çekmek istiyoruz. Yargı tamamıyla yandaş olarak tanımlanan bir kadronun "eline geçmiştir". Artık, yargı mensuplarının operasyonlardan önce ilgili bakana ve Başbakan'a bilgi vermesi geleneği başlamıştır. Deniz Feneri davasında olduğu gibi Bakanlar bizzat soruşturma açılan kuruma önceden bilgi vererek delillerin yok edilmesine imkân tanımaktadırlar. Ardından yıllarını davasına veren savcılar görevlerinden rahatlıkla alınabilmektedir. Duruşmalardan bir gün önce ilgili mahkemenin hakimleri görevlerinden alınmakta veya başka bir göreve tayin edilmektedir. Deniz Feneri davasında da benzer şeyler yaşanıyor. İkinci Fener davası kamuoyunun gözünden kaçırılmaya çalışıyor. Çünkü "Şike" dosyası gündeme bilinçli olarak bu süre zarfında getiriliyor. Böylece Deniz Feneri davasının üstü örtülüyor. "Asrın davası" olarak tanımlanan bir yolsuzluk olayı böylece kamuoyunun önünden kaçırılmaya çalışılıyor.

Gurbetçileri dolandıran suç örgütünün Almanya'daki davası bir buçuk yılda bitti. Sanıkların iktidarın yakınlarından oluştuğu biliniyor. Bu üyeler mahkûm edildi. Bizde üç yılı geçmesine rağmen dava bir türlü ilerleyemiyor. İlerleyememesinin sebebi davanın hükümetin bakan düzeyinde üyelerini de kapsayacak kadar derinleşeceği gerçeğidir.

AKP Deniz Feneri'nin Üstünü Neden Örtüyor?

Balığın nasıl baştan koktuğu Deniz Feneri Davasındaki köstebek olayıyla bir kere daha tescillendi. Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu tarafından "köstebek"likle suçlandı. Kılıçdaroğlu'nun belgelere dayanarak verdiği bilgiye göre, Deniz Feneri sanıklarına ev ve iş yerlerinde polis araması yapılacağına dair haber, Bakanlık özel kalem telefonundan gitmişti. Özel kalemin telefonunu kullanan ise Bakan'ın korumasıydı. Baskın uyarısı Bakan'ın eski dostu olan belediye başkanının yardımı ile sanıklara iletilmişti. Beşir Atalay, suçlamanın "iftira" olduğunu, makamından belediye başkanına telefon açılmasının "çok normal" sayılması gerektiğini öne sürüyor. Kılıçdaroğlu diyor ki, "Bir Başbakan düşünün; Deniz Feneri'nin bütün adamlarını koruyor. Zahid Akman için özel yasa çıkarıyor. Adalet Bakanı'nı düşünün; üç savcıyı derhal görevden alıyor. Ne yaptı o savcılar?. Bir dava düşünün; Adalet Bakanı'nın görevi savcıları görevden almak. İçişleri Bakanı'nın görevi de arama yapılacağını önceden duyurmak. Bu ahlâkı herkesin sorgulaması gerekiyor." Can Dündar'ın iddiası bu noktada önem kazanıyor.

Milliyet yazarı Can Dündar, Deniz Feneri soruşturmasına bakan savcıların görevlerinin değiştirilmemesi halinde, Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay'ın koruma müdürünün tutuklanacağını ileri sürdü. Beşir Atalay'ın NTV'de yaptığı açıklamalara da değinerek "Baskın tüyosu normal mi" diye soran Dündar, "Özel kalem telefonundan faillere haber uçuran "köstebek", yani Atalay'ın koruma müdürü gözaltına alınacaktı. O dalgada 10-15 şirket çalışanı ile yönetici yakını da tutuklanacak, soruşturma "yukarıya" doğru tırmanacaktı. Dosyanın savcılardan alınmasıyla sadece bu tutuklamalar değil, üst bağlantıların ortaya çıkması da engellenmiş oldu" dedi.[1]

Bakan Atalay diyor ki, "Kılıçdaroğlu köstebek arıyorsa, mesleğine ihanet ederek gizli soruşturma dosyasını sızdıranlara baksın" dedi. Elbette Ergenekon denilen Ümraniye davası, Balyoz davasında yandaş basına klasör klasör belgeleri kimin sızdırdığını düşünmeyen ve önlem almayan Bakan'ın bu sözü bize çok şeyler anlatıyor. Adalet dağıtması gerekenlerin adalet sistemini nasıl yozlaştırdığı, yargıyı nasıl siyasallaştırdığı apaçık ortadadır.

Yürütme, Yasamadan Sonra Yargıyı da Tahakküm Altına Aldı!

Liberal Düşünce Topluluğu'nun yayınladığı "Hukuk" isimli kitabında Frederic Bastiat diyor ki:  "Hukukun yozlaşmasıyla birlikte devletin güvenlik fonksiyonu da bozulma sürecine girmiştir. Hukuk, kendi asli amacının tam aksi bir istikamete yöneltilerek her türlü hırs ve aç gözlülüğün silahı haline dönüştürülmüştür. Sonunda, suçu denetim altına alarak azaltması beklenen hukukun kendisi, cezalandırılması gereken kötülüklerin kaynağı haline getirilmiştir. Eğer bu tespitler doğruysa, vatandaşlarımın konunun vehameti üzerine dikkatlerini çekmek benim için önemli bir ahlaki görevdir"[2] demektedir.

Biz de diyoruz ki Türkiye'de hukuk yozlaşmıştır. Bu yozlaşma her alanda bir güvenlik zafiyeti yaratmıştır. Vatandaş artık yargıya güvenmiyor, polise güvenmiyor, orduya güvenmiyor, yasamaya güvenmiyor, velhasıl devlete güven bitme noktasına gelmiştir. Yürütme, yasamayı tahakküm altına alınmıştır. En önemli teşkilat kanunları Başbakan'ın talimatıyla KHK olarak değiştirilmekte ve siyasi kadrolaşmanın önü açılmaktadır. Sadece parmak kaldırma rolü olan milletvekillerinden bu rolde alınmış ve KHK'larla köklü değişiklikler yapılmıştır. Millet kendi seçtiği, amacı, fonksiyonu kalmayan meclise olan güvenini kaybetmiştir. Adaletin ve mülkün temeli olan, garantisi ve güvenliğin asli unsuru olan hukukun üstünlüğü maalesef bitmiştir. Adaletin olmadığı yerde mülkün de temeli ciddi biçimde sarsılmaya başlamıştır.

Yargının ve HSYK'nın nasıl hükümetin denetimine girdiği hepimizin malumudur. Referandumda Evet oyu verilmesi yönünde çağrı yapan Demokrat Yargı Derneği bile, HSYK seçimleri ile ilgili Adalet Bakanlığı ve cemaate yönelik ciddi ithamlarda ve suçlamalarda bulunmuş, aynı zamanda ayrı liste çıkaran YARSAV'ı da eleştirmişti.

Görüldüğü gibi, her iki kesim de demokratik usullerle değil siyasi kanalları kullanarak hukukun siyasallaşmasına açıkça destek oluyorlar. Oysa hukuk ve yargı kurumu ne sağın ve ne de solun, ne etnik ne de mezhepsel kliklerin yeri olmamalıdır. Kişi hangi mezhepten, ideolojiden olursa olsun yer aldığı kurum tamamen tarafsızlığın gösterilmesi gereken bir yerdir. Çünkü mülkün temeli adalettir. Vatandaşın kendi kimliğini dışarıda bırakarak tam bir güven duyduğu yani hukukun üstünlüğünün ortaya çıktığı zemin adalettir, yargıdır.

AKP yargıdaki kadrolaşmanın karşılığını, hükümeti zorda bırakan Deniz Feneri gibi davalarda görmeye başladı. Mesela yıllardır süren davalarda konuya hakim olan hakimlerin davaya bir gün kala görevinden alındığı bir ülke haline geldik. Hükümetin yakını bir kişiyi ya da bürokratı yargılayan hakimler ve Savcılar başka illere gönderilerek cezalandırılmaktadır. Deniz Feneri davasının savcıları görevinden alınarak soruşturma açtırılması bu vakitte sonra bu davanın sonucunda verilecek olan hüküm bu milletin gönlünde adalet olarak yer alacak mı?

Örneğin son olarak Türkiye'yi sarsan ve onlarca general ve amiralin yargılandığı Balyoz davasına bakan İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nin Başkanı Şeref Akçay'ın emekliliği büyük olay oldu. Akçay'ın bu karar çok tartışıldı. Çünkü zorunlu olarak alınmış bir karardı bu. Çünkü Akçay yazdırdığı muhalefet şerhinde adliyede yaşanan sorunları su yüzüne çıkarmasıyla gündeme gelmişti. Akçay, Balyoz sanığı MHP Milletvekili Engin Alan'la ilgili bir değerlendirmesinde 2007 seçimleri sonrasında tahliye edilen Sabahat Tuncel'i kastederek "terör örgütü üyeliği ile yargılanıp aynı konumda olan başka bir milletvekilinin yine Balyoz davasına bakan mahkemece serbest bırakıldığını" hatırlatmıştı. Bu hakim söz konusu kararında şöyle diyordu: "Tahliye edilen bu kişiye atılı suç, ‘Ülkeyi bölmek isteyen PKK örgüt üyeliğidir. Tahliye talebi reddedilen diğer sanık ise askerdir. Görevi bu örgütle mücadele etmektir. Mahkeme uygulamaları, uygulamaları yapan kişilere göre değişmez. Hukuk ne ise herkese eşit olarak uygulanması gerekir. Önceki tahliyeyi veren başka heyet olup ben heyet olarak aynı görüşte değilim demek ve aynı konumdaki insanlara eşit muamele yapmamak hukuk ile bağdaşmaz. Yaparsanız yasalara göre değil, bana göre diye hukuk yapıldığını gösterir. Bana göre diyen hukuk olmaz."[3] Hakimin bu sözleri Türkiye'de yargının ne halde olduğunu gösteren çok önemli verilerdir.

AKP kurduğu baskı mekanizmasıyla tam bir totaliter sistem inşa etmiştir. Artık hükümet doğrudan olaylara ve kurumlara müdahale etmekle kalmıyor, medya yoluyla da infazlar yaptırıyor ve hukuku da kendisine alet ediyor. Anayasa referandumu sonrasında yeniden yapılandırılan HSYK eliyle de hukukun üstünlüğü yerine, iktidarın kendi hukukunu geçerli kılmaya çalışıyor.


[1] Can Dündar, "Atalay'ın koruması tutuklanacaktı" , Milliyet, 13.10.2011.

[2] Frederic Bastiat, Hukuk, DLT Yayınları, 1997.

[3] "Balyoz'da tutuklamalara şerh koyan tek hakimdi.", http://www.dha.com.tr/haberdetay.asp?Newsid=217147 (09.10.2011).