Rusya’nın 2015’in son çeyreğinden bu yana, karada İran’ın da desteğiyle Esed rejimi yanında savaşa dahil olması, Suriye iç savaşında tüm dengeleri alt üst ederken rejimin elinin güçlenmesine, muhalefetin ise moralsiz bir biçimde savunma konumuna geçmesine yol açtı. Önce savaşın en kanlı şekilde yaşandığı Halep şehri, uzun yıllar sonra rejim ve müttefiklerinin eline geçti. Ardından Şam’ın çevresinde yıllardır sert bir müdafaa yapan muhaliflerin direnci kırılarak, başkentin de tamamı rejim cephesinin eline geçti. Yine Humus kırsalında, içlerinde çok sayıda Türkmen’in de bulunduğu kuşatma altındaki muhalifler, bulundukları bölgeleri Rusya’nın kontrolünde terk etmeye zorlandı. Bugünlerde ise Suriye’deki halk ayaklanmasının başladığı Dera’da, Rusya’nın yoğun hava saldırıları ve diplomatik baskılar sonucunda, muhalifler bölgeyi tahliye ederek, rejim güçlerine bırakmak zorunda kaldılar. 2018’in ortası itibariyle ülkenin güneyindeki muhalif unsurların varlığı büyük oranda Kuneytra ile sınırlandı. Şimdi ise rejime yakın kaynaklar, yeni hedefin muhaliflerin elindeki son büyük vilayet olan İdlib olduğunu dile getiriyor.

Rusya’nın “geçici ateşkesler”le güç biriktirip sonra ateşkes bölgelerine güçlü saldırılar düzenlemesi, son 3 yılda adeta Moskova’nın sahadaki alamet-i farikası haline geldi. Bu açıdan bakıldığında, olası bir İdlib saldırısı hem muhalifleri hem de bugün muhaliflerin neredeyse tek destekçisi olan Türkiye’yi tedirgin ediyor. Buna karşın, kendisine has şartları gereği İdlib’de Şam ya da Dera’dan farklı bir senaryoyla karşılaşılabilir.

Dezavantajlar: Rusya’nın tavrı belirleyici

Rusya’nın takınacağı tavra göre, Türkiye ve muhaliflerin İdlib’de karşılarında kimi bulacağı belli olacaktır. Sadece rejim ve İran unsurlarıyla mı karşılaşılacak, yoksa aktif bir şekilde destek veren Rus hava unsurları da olası bir harekatta yer alacak mı? Moskova ile Ankara’nın doğrudan çatışmaya girmekten imtina edecekleri muhtemel. Bununla birlikte, daha önce Fırat Kalkanı harekatı esnasında yaşananlar gibi, TSK unsurlarının rejim tarafından açıktan veyahut “kim olduğu belirlenemeyen uçaklarca” veya “yanlışlıkla” hedef alınması gibi provoke edici eylemlerle karşılaşılabilir.

Bir diğer dezavantaj ise muhaliflerin halen aşamadıkları parçalı yapı. Bilhassa Hurras ed-Din grubuyla diğer silahlı gruplar arasındaki sürtüşmeler, olası bir rejim saldırısı esnasında muhalif güçlerin yekpare bir direnç göstermesinin önünde engel olabilir. Keza İdlib’de kök salan DEAŞ hücrelerinin bölgede gerçekleştirdiği suikastlarla bölgenin istikrarına verdiği zarar da savunma açısından bir zaaf oluşturuyor.

Avantajlar ve Türkiye’nin tavrı

Öncelikle belirtmek gerekir ki Dera, Şam ve Humus’taki muhalifler, sadece Rusya-İran-Esed rejimi blokunun yoğun saldırılarından dolayı yorgun düşmemiş, aynı zamanda uluslararası anlamda destekten mahrum kaldıkları için savaşa devam etme motivasyonlarını kaybetmişlerdi. Bugün İdlib ise muhalif güçlerin eline geçtiği günden bu yana, Türkiye’nin insani ve siyasi desteğini hissediyor. Türkiye bölgede Rusya ile koordineli şekilde kurduğu gözlem noktalarıyla hem fiilen İdlib’in her tarafına ulaşıp bölgeyi çevreledi hem de bu süreçte İdlib’deki gruplarla temaslarını yoğunlaştırarak nüfuzunu daha da arttırdı. Çok sayıda muhalif unsurla temas halinde olan Ankara’nın bir diğer avantajı da bölgenin olası savunması senaryosunda askeri ve insani desteği ulaştırma hususunda elinin güçlü oluşu. Türkiye’nin İdlib ile sınıra sahip olması avantajına, Zeytin Dalı harekatı sonrası Cerablus’tan Morek’e kadar uzanan kesintisiz bir hat seçeneği de eklendi. Türkiye böyle bir seçeneği kullanmayı tercih eder mi, şimdilik bilinmiyor. Ama bugün Türkiye Cerablus’tan Hama kırsalına kadar asker veya muhalif silahlı unsurları kaydırma gücüne sahip. Bu ise Lazkiye kırsalı, Hama kırsalı ve batı Halep kırsalında çok cepheli bir savunma hattının beslenmesi anlamına gelecektir ki bu durum rejim güçleri için yıpratıcı sonuçlar doğurabilir.

Rusya her ne kadar ateşkesleri, gücünü biriktirip muhaliflerin üzerine daha güçlü şekilde gitmek için kullansa da, İdlib’de ödenecek bedel ve alınacak sonuç kar/zarar dengesi açısından Moskova için iyi olmayabilir. Hele ki bugünlerde dile getirilen, İdlib’de kuşatma altında olan Şii milislerin yoğun olarak bulunduğu Fua ve Kefraya köylerinin tahliyesi gerçekleşirse, olası bir rejim saldırısı esnasında, muhalifleri İdlib içinden tehdit edecek bir rejim varlığı da kalmayacağı için, muhalif unsurlar iyi koordine edildiğinde çok sert bir direnç gösterebilirler.

Burada elbette Rusya’nın izleyeceği siyaset belirleyici olacaktır; lakin Rusya’nın tavrı da tek başına Moskova’nın haleti ruhiyesine bağlı değil. Türkiye’nin alacağı konum ve sahada göstereceği dirayet Moskova’nın politikasını doğrudan etkileyebilir. Türkiye’nin Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatlarında aldığı inisiyatifi ve sahadaki etkinliğini diğer aktörler gibi takip eden Rusya, Türkiye’yi rejim tacizleriyle veya şimdiye kadar İdlib’de yaptığı hava saldırılarının yoğunluğunu artırarak tartmak isteyebilir. Zira Ankara-Moskova mutabakatıyla TSK’nın İdlib’in her köşesine kurduğu gözlem noktalarından Ankara’nın çok kolay vazgeçmeyeceğinin Rus karar alıcılar da farkındalar.

Bununla birlikte, Türkiye tarafının dezavantajları üzerinden boşluklar kazanmak isteyeceklerdir. Zira İdlib’den çekilmesi ve muhaliflerin savunmasına verdiği desteği çekmesi, Türkiye için ağır sonuçlara yol açacaktır. Bu ağır sonuçların en önemlisi, sayıları yüzbinleri bulan yeni göç dalgası olacaktır. Rejim cephesinin her türlü savaş suçunu işleyerek önce aylarca, hatta yıllarca kuşatma altına aldığı, sonra anlaşmalar yoluyla tahliye ettirdiği bölgelerdeki onbinlerce sivil bugün İdlib’de bulunuyor. Rejimin İdlib’e gelmesi halinde yaşanacak katliam ve tutuklamaların ihtimali dahi yoğun bir göç dalgasının Türkiye’nin sınırlarına dayanması anlamına gelecek ki yeni bir mülteci dalgası, Türkiye için en arzu edilmeyen sonuç olacaktır.

Bir diğer ağır sonuç ise Türkiye’nin masadaki en önemli kozunu kaybetmesi olacaktır. El-Bab ve Afrin’e yapılan harekatlar sonucunda bölgeyi terör unsurlarından temizleyen Türkiye, Astana süreciyle de İdlib’deki nüfuzunu arttırdı ve savaş sonrası müzakere masasında kendisine güçlü bir konum sağladı. Askeri olarak etkin olduğu bölgelerde yavaş yavaş sosyal ve kurumsal olarak da yaptığı yatırımlarla kök salmaya başlayan Ankara, şayet İdlib’den kolay vazgeçerse, Afrin-el-Bab arasındaki kazanımlarının kalıcılığı da müzakere masasında sorgulanabilir ve Türkiye maddi ve manevi olarak büyük yatırımlar yaptığı bölgeyle ilgili olarak, masadan kendisi ve desteklediği muhalifler adına arzu edilmeyen bir sonuçla kalkabilir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun rejimin olası İdlib harekatının Astana süreci üzerinde yıkıcı sonuçları olabileceğine dair açıklamaları, Türkiye’nin İdlib meselesinin hayatiyetinin farkında olduğunun bir göstergesi. Türkiye’nin ciddiyeti sahada da fiilen hissettirilirse, Rusya kendisi için maliyetli ve Türkiye’yi ABD’ye yaklaştıracak bir İdlib harekatına destek vermekte istekli olmayacaktır.

[Sakarya Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Ortadoğu Enstitüsü'nde (ORMER) araştırma görevlisi olan Ömer Behram Özdemir Suriye, DEAŞ ve devlet dışı aktörler üzerine çalışmaktadır]