AKP Hükümeti’nin sözcülerine bakarsanız; Türkiye’de ekonomi iyiye doğru gitmektedir, enflasyon düşmüş, hayat ucuzlamış, ihracat patlaması yaşanmıştır.

Tüm bunların bugün artık doğru olmadığının sinyallerini daha iyi ve açık bir şekilde anlamaktayız. Gerçi AKP Hükümeti yakında muhtemel yeni bir krizi umursamamaktadır ama ‘ IMF’in ipi biraz gevşese yada Stand-By yenilenmezse biz IMF’siz de yaparız ‘ düşüncesi AKP içinde ağır bassa, hiç kuşkunuz olmasın ki 2007 Şubat veya Mart aylarında yada 2007 yılının Kasım veya Aralık aylarında ciddi ekonomik sorunlarla karşılaşılacaktır.

AKP Hükümeti’nin başı olan zat, kendi şahsı ve ailesinin ekonomisi dışında memleket ekonomisinden pek anlamayabilir, bazı konulara olduğu gibi memleket idari ekonomisine kafası basmayabilir, peyki ya bu koca iktidar kadrosu içinde hiçbir aklı başında, kendini bağnaz duygulardan sıyırmış, deneyim sahibi insanlar yok mudur ki?

Ticaret Bakanı Sn.Ali Çoşkun’nu özel sektördeki yararlı çalışmalarından tanıyor ve biliyorum, Sn. Ali Çoşkun ticaretin de, ihracatın da, ithalatın da ne olduğunu bilen bir insandır, demek ki oda siyasetin iç dengeleri içinde sözünü artık pek dinletemiyor.

Sn.Kürşat Tüzmen’de son aylarda pek konuşmamakta! Bu arada 2005 yılının hatırlarsanız yaz başında IMF Heyeti’nin de apar topar Ankara’ya çağrılması da hayli ilgi çekiciydi. Bana bu durum Demokrat Parti devrinin 1950-1954 yılları arasındaki durumunu anımsatıyor. Nasıl mı anımsatıyor? Bakınız şöyle anımsatıyor.

Demokrat Parti tarihinde bir dönüm noktası sayılan 1957 seçimlerine girmeden önce,ülkede pompalanan yapay bolluğun etkisiyle, bir taraftan kalkınmayı hızlandırmak, öte yandan her mahallede bir milyoner yetiştirmek amacıyla kendisini bir hayal aleminde bulmuştu.

1946-1950 yılları arasında o durgun, hareketsiz ve verimsiz dönemden sonra ülkede bazen şaşılacak büyük hareketlere imza atılmıştı. İşçi hareketi başlamış, çiftçilere tanılan sübvansiyonlar, sadece ürünün çoğalmasını sağlamamış, aynı zamanda da ekilen alanların artmasına da yardım edip, Türk tarımında makineleşme devri başlamıştı.

Bakınız birkaç rakam vereyim: 1945 yılında ekilen alan (1000 hektar olarak) 12.664 iken alınan ürün (ton olarak) 6.893.886, 1955 yılında 20.898 bin hektar ekili alandan alınan ürün 12.078.900 ton’du. Köylünün cebine para doluyordu, bu gelişme 1957’de de devam etmişti.

1960 yılına gelindiğinde Türkiye’de Demir Kırat, tarlaya traktör, çiftçinin cebine para akıtıyordu. Türkiye bir tarım ülkesi niteliği ile pekişirken, kayda değer sanayi kalkınması değil, adaletsiz bir gelir dağılımının yanı sıra dış borçlara boğulma istidadı gösteren bir ülkeydi. Peki, ne oldu da; bu ‘kalkınan Türkiye imajı’ bir anda sarsıldı ve nasıl oldu da Türkiye birden dış politikasına egemen olan dışarıya borçlanmayı marifet sayarak, kendi kesesinden değil, eloğlunun kesesinden böbürlenmeyi seçti?

Dönemin ekonomistleri bunun nedenini, sonradan ‘sağlıksız bir kapitalist yapılanma’ olarak teşhis etmişlerdir.

O dönemde büyürken dış ticaretten doğan cari açıklar hesaba katılmamıştı ve ‘Denk Bütçe,Denk Bütçe’ diye avazı çıktığı kadar bağıran muhalefete ve İsmet Paşa’ya kulak verilmemiştir.

1950 ile 1960 arasındaki 10 yılın sonunda Türkiye tam 273 milyar dış kredi, 548 milyar hibe ile toplam 852 milyar 800 milyon TL yardımla ayakta durabilmiştir. Askeri yardımlar bunların dışındaydı ve bu arada ulusal gelirde cari fiyatlarla büyük artışlar ilan ediliyordu.

Kimse bu işin maliyetini hesaba katmıyordu. Ne başını alıp giden işsizlik, nede sosyal sınıflar arasındaki büyük gelir uçurumu dikkate alınmıyordu. İşsizler ordusu giderek büyürken, tarım sektöründe çiftçi borçları, çiftçinin traktörünü satar hala getirmişti. Ulusal gelir rakamları sadece kayda değer birer gösterge olmaktan öte bir anlam taşımıyordu.

Fukaralık o ‘hayal ülkesinin’ yadsınamaz gerçeği olarak ufukta görününce olan olmuştu. Para hacmi giderek artmış,1946’da 890 milyon TL. olan emisyon,1950’de 962 milyon TL,1952’de 1 milyar 251 milyon TL., 1957’de 3 milyar 891 milyon TL olmuştu.

Doğal olarak bunların arkasından gelen de enflasyondu, burada asıl önemli gelişme dış ticarette görülmüştü,1954’den sonra dış ticaret dengeleri hızla bozulmuştur.

Şimdi yine rakamlara bakıp, rakamlara bir göz gezdirelim: 1950’de ithalat 650.5,ihracat 507.3’tü. Aradaki fark ise -143.2,1954 yılında ithalat 1111.6,ihracat 704.2’idi. Aradaki fark -407,1957 yılında ithalat 910.1,ihracat 741.2’idi. Aradaki fark -168.9 idi.

İşte bakınız Türkiye 1957 seçimlerine bu tablo ile gitti ve Adnan Menderes’in ‘Allah bana bir daha o 27 Ekim’i hiç yaşatmasın’ dediği iniş dönemi başlamıştı. O ezgin ve bezgin görünen CHP ve İsmet Paşa o gece Demokrat Parti’ye ve Demokrat Partililere açıkçası hayatında unutamayacağı bir kabus yaşatmıştır.

Sık sık bu benzerlikler ile dikkat çekmekte ki amacım; ‘ o yılları hatırlatarak, bu halkın  yeni maceralarla bugün karşılaşmasını’ önlemek içindir.

Şu sıralar esasen ekonomi kötü sinyaller veriyor. Hiçte durumun anlatılır gibi olmadığını bilenler kötü belirtilerden korunmamız için önerilerde bulunuyorlar.

Bakınız bir ülkenin Merkez Bankası Başkanı ‘iktidarı uyarıyor ve sakın rehavete kapılmayın’ diyorsa bugün memleketimizde Başbakanlık koltuğunda hasbel kader oturan ve adeta sanki o koltuğa zamkla yapışmış gibi işgal edip gasp etmekte olan zat’ın o bürokrata ‘hadi oradan sende,sen haddini bil’ demesinden başka yollar da olmalıdır.

Unutmayalım ki;1958’de iflas masasına yatırılan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir numaralı adamı Celal Bayar 1954 yılında sadece 300 milyon dolar için taa A.B.D.’ne gidiyordu.

Demokrat Parti tam 7 yılın sonunda bu duruma gelmişti. AKP ise bir ekonomist arkadaşımın deyişi ile ‘sadece 3 yılda bu noktaya geldi.’

Bugün AKP’nin ekonomi yönetiminin söylemlerine bakacak olursanız sözüm ona güya uygulanmakta olan ekonomik programı milli olan ulusal bir ekonomik program olduğunu iddia etmektedirler,oysa gerçekte ise IMF ile kendi göbeğini bağlayan bir hükümetin milli diye adlandırılıp ulusal bir ekonomik program uygulayamayacağını çünkü IMF ile göbeğini bağlayan bir hükümetin kendi ekonomik programı olamayacağını bugün ülkemizde artık okuma yazma bilen 7 yaşındaki küçük bir çocuk bile bilebilmektedir.

Bugün Türk ekonomisinde herkes tavana bakıp sadece tavana bakmakla meşgul oluyor, ve tavandaki bazı iş aleminin ileri gelenlerinin işleri iyi gidiyor diye zannediliyor ki ekonomi doğru yolda ve ekonomi iyi yönetiliyor, oysa işin ve hayatın gerçeğinde ise yok böyle bir şey.

Değerli okuyucularım; bakınız ekonomide esasen tavana değil tabana bakılır, çünkü ekonominin can damarı tavanı oluşturan tabandır. Bir ekonomi de ekonominin can damarı tavan değil tabandır, eğer taban çökerse gün gelir tavan da öyle bir çöker ki, üstelik tavanın çöküşü çok daha acı ve dramatik olur.

Bakınız bugün bütçe 3 katrilyon TL açık veriyor, ihracattaki artış 3 yıl sonra ilk defa %1’in altına düşmüş durumda, sanayi deki büyüme hızı üç yıl sonra ilk defa %15.8’den %1.6’ya düşmüş durumda, cari açık %50’nin üzerinde bir artış göstererek 23 milyar dolar olmuş durumda, her gün petrole yapılan zamlar ekonomiye 3 milyar dolarlık bir ağır yük getirmiş durumda, iç piyasada üretim %37 azalmış durumda, iç piyasada iç satışlar %39.5 azalmış durumda, bugün küçük ve orta boy ölçekli tabandaki işletmeler ellerindeki stok mallarını satmaya çalışmaktadır, yeni mal sipariş alımı %34 azalmış durumdadır, her gün küçük boy işletmeler kepenklerini indirmekte ve yılların ticaret erbabı olan küçük ve orta boy işletme sahipleri artık ticari hayatı bırakmakta ve ticarethanelerinin kepenklerini indirmektedir. Bunlar iyiye olan alametler değildir, yani bugün ekonomi bazılarının göstermeye çalıştığı gibi toz pembe değildir.

Değerli okuyucularım ve bu memleketin gerçekten vatansever olan sevgili has evlatları; Bakınız yaşanılan mühim olayları geçmişten ders alınarak, insan gücünü, insan beynini üretken hale getirmek gibi bir alternatif elimizin altında bulunmaktadır. Çok sayıda iyi yetişmiş, insan gücünü, yaratıcı beyinleri, dünya’ya yaymak, bu KOBİ’ler gibi örgütlü sermaye’ye sahip olmayan ama her biri birer ihracat elçisi görevini üstlenecek genç girişimcilere maddi ve manevi olanak sağlayarak onları birer üretken ihracatçı yapmak çok mu zordur?

Bakınız bir arkadaşımın oğlu, önünü açık sanarak işinden ayrılarak, ihracatçı olmak istemiş anlatıyordu: ‘iki lisana sahip mühendisim, AKP iktidarının vaatlerini duyunca işimden ayrıldım, fazla mali olanağım yoktu, üretken olmanın yollarını biliyordum, başarmak ve ülkeme döviz getirmek istiyordum, başvurmadığım yer kalmadı, herkes KOBİ değilsin ki destekleyelim, sen gel seminer filan yap dediler, oysa benim beklediğim teşviklerdi, yardımdı, şimdi ne yapayım? Yeniden memur mu olayım, peyki benim paraya mahkûm olan gayretlerim ve heyecanlarım, hayallerim, heveslerim ne olacak? ‘

Evet aynen böyle işte, bir ülkeyi kalkındıracak olan genç elemanları sahaya top koşturmaya sürmek, bu kadar zor mudur? İlle geçmişin acılarını onlara da çektirmek mi lazımdır? Yoksa bu genç birikimli beyinleri üretken hale getirerek 23 milyar doları geçen dış ticaret açığını kapatmak için tehlike çanlarına kulak vererek tedbirli olmak ve topyekün bir dış ticaret seferberliği başlatmak mı ön koşuldur? Güney Kore ve Japonya böyle yaparak başarılı olmadı mı? Gelin birde laf salatalığı bırakıp bu yolu deneyelim, var mısınız? Haydi var mısınız?

Bakınız üstüne basa basa tekrar tekrar her zaman her yerde her ortamda ve herkesin yüzüne karşı da açık ve seçik olarak söylediğimi bir kere de buradan söylüyorum ve yazıyorum; bakınız yukarıda biraz önce sözüne ettiğim tarihi bu benzerlikler elinde ve sonunda mutlaka ama mutlaka kesinlikle bir noktada gelip çakışacaktır ve bunun çok ağır olan bedelini de yine bu sokaktaki gariban konumuna düşen ve düşürülen vatandaş ödeyecektir.

Değerli okuyucularım; bakınız bugün AKP Hükümeti iş başına gelmeden önce Türkiye’nin 149 katrilyon TL. iç borcu vardı, bu iş başındaki Recep Tayyip Erdoğan Hükümeti yüzünden son iki yıl içersinde 227 katrilyon TL’sı iç borca ulaşıldı, yani son iki yılda iç borç 77 katrilyon TL.’sı bu iş başındaki AKP Hükümeti yüzünden artırılmıştır.

Bakınız meselenin önemini daha iyi anlayabilmek ve kavrayabilmek için bu 77 katrilyon TL’sını dolara vurursak bunun anlamı son iki yıl içersinde 50 milyar dolar iç borç artırılmıştır.

Bakınız bunun diğer acı ve hüzün verici olan anlamı da şudur: son iki yılda memleketimizde doğan her bebek, her çocuk kelle başı 1000 dolar borçlu doğmaktadır.

Değerli okuyucularım; Bakınız bundan sonra ekonomide en büyük sıkıntıyı en başta tarım sektörü çekmeye başlayacaktır.

Bugün memleketimizde 25 milyon tarımla uğraşan insanımız vardır. Bakınız bu Hükümet Başkanı olan zat başta olmak üzere ve onun beslemeleri olan bir takım suratlarında bile meymenet olmayan tipler diyorlar ki; tarımda bundan sonra artık sübvansiyonlar kalkacak….

Vay anasını be niçin kalkacakmış peyki? Başbakanlık koltuğunda oturan o Hükümet Başkanı olan zat’a göre bu halk artık çiftçiye çalışıp, çiftçiyi besleyemezmiş…

Vay vay vay lafa bak, adama o zaman derler ki; hadi ordan sende, kim kimi besliyor ha kim kimi besliyor?

Bugün halka öyle yalanlar söylüyorlar ki vallahi çıldırmamak içten değil, kendimi açıkçası zor tutuyorum,bir yerde günü ve zamanı geldiğinde patlayacağım o patladığım zamanda siyasette ve iş aleminde kimler yara alacak orası bilemiyorum, sabır sabır da bir yere kadar, saygı saygı da bir yere kadar, büyüktür müyüktür deyip sesimizi saygıdan dolayı çıkartmamakta artık bir yere kadardır. Bu önemle böyle biline, bunu önemle arz etmek isterim. Anlayan ve anlaması gereken zaten ne demek istediğimi burada gayet iyi anlar.

Bakınız bugün halka öyle yalanlar söylüyorlar ki; efendim artık tarıma ne Amerika nede Avrupa sübvansiyon vermiyormuş, yok yahu yalana bak hele yalana hem de kuyruklu yalana.

Değerli okuyucularım; Bakınız bugün A.B.D. tarımda sadece pamuğa ve kendi pamuk çiftçisine yılda 25 milyar dolar sübvansiyon vermektedir. Avrupa Birliği’nde hayvancılıkta ise sadece büyükbaş hayvancılıkta ineğe 1.5 milyar dolar senelik sübvansiyon verilmektedir. Mesela Hollanda’da çiftçiliği ve hayvancılığı yaymak ve teşvik etmek maksadı ile inek besleyen herkese devlet ayda 1000 dolar herkese, her fert’e teşvik yardımı yapmaktadır.

Eh ben şimdi bu vatanın sapına kadar adam olan bir evladı olarak soruyorum; Türkiye’de bizim çiftçimizin ne günahı var? Ha ne günahı var bizim çiftçimizin? Yazık günah değil mi? Yazık günah değil mi 25 milyon tarım sektöründe çalışan insanımıza yazık günah değil mi?

Bakınız Avrupa Birliği’ne uyum sağlamak için diyorlar ki; bu 25 milyon tarım sektöründe çalışan insan sayısı önümüzdeki 15 yıl içinde 8 milyonun altına düşürülmesi lazım mış…..

Vay vay vay,kafaya bak hele kafaya, çürük zihniyete bak hele çürük zihniyete….

Yahu ne yapacak peyki geriye kalan 17 milyon insan ha ne yapacak? Büyükşehirlere göç mü edecek? Aç kalıp anarşist mi olacak? Aç kalıp sokakta yeni kap kaççı mı olacak? Hangi işi vereceksiniz 17 milyon insana hangi işi? Bu insanlar hayatları boyunca toprak dışında başka hiçbir işle uğraşmamışlar, bu insanları başka bir iş için nasıl eğitip nasıl ve hangi sektör için yetiştirecek ve hangi yeni sektörde istihdam olarak yaratacaksınız?

Siz eğer tarım sektöründe çalışan nüfusu Avrupa Birliği’ne sözde güya uyum sağlamamız lazımdır diye 8 milyonun altına düşürürseniz bugün İstanbul’da sıcak evlerinde ve sıcak koltuklarında oturan sade orta halli vatandaşta aç kalır kaç,hem de öyle bir aç kalır ki sabahları uyandığında bakkalından, marketinden ekmeği dilimle almak zorunda kalır dilimle.

O zaman görürüm ben bakalım bugünlerde her şey iyi gidiyor, ekonomi doğru yolda, ekonomi doğru yönetiliyor, tek parti iktidarı ülkeye istikrar getirdi diyenlerin hallerini ve yüzlerini o zaman görürüm. Kuyruğunu iki bacak arasına sıkıştırmış aynı ödlek it’ler gibi kiv kiv kiv diye havlayıp bağırarak sağa sola kaçışacaklardır şüphesiz ki bu tipler.

Bakalım o zaman konuşacak ve sokağa çıkacak yüzleri olacak mı bu tiplerin? Gerçi ar ve edebi olmayanlardan buda beklenmez ya ama olsun nasıl olsa bazıları ile özellikle AKP’ye destek veren ve Hükümet Başkanı olan zat’ı destekleyip medyada balon gibi şişirenlerle yüzleşeceğimiz günler geliyor, o günler geldiğinde bakalım karşımıza hangi yüzsüz ve cibilliyetsiz baldırı çıplak çıkıyor görmüş olacağım veya görmüş olacağız.

En derin sevgi ve saygılarımla, sağlıcakla kalın.

Harun Gökyiğit
[email protected]

*******

Sizde bu bölümde yazmak isterseniz sitemizin ilkelerine ters düşmeyen yazılarınızı  [email protected] mail adresine gönderin sizin adınızla yayınlayalım.