Çanakkale Geçil(me)di mi?

 

Çanakkale Zaferi’nin 100. Yılındayız.

1915 yılı itibariyle elde kalan Osmanlı topraklarından her köşenin ve bilhassa Anadolu’daki her vilayetin binlerce evladını Çanakkale karakoluna gönderdiği, devrin en muazzam güçlerine karşı ‘hasta adam’ın genç hücrelerinin ‘iman ve hürriyet’ kavgası verip, Allah’ın izniyle muvaffak olduğu bir tarihin üzerinden bir asır geçti.

Çanakkale’deki ruh ve azim, İstiklal Harbi’nin temelini oluşturdu. Bir millet olmanın ispatı ve pratiği yedi düvele gösterilmiş oldu.

Ve o müthiş cümle ile özetlendi, küfre, işgale ve batıya karşı duruşumuz; ‘Çanakkale Geçilmez!’

Gerçekten geçilmedi mi?

Yahut o tarihte geçilseydi ne olurdu?

Evet, Çanakkale o tarihte geçilseydi zannımca manzara şu olurdu;

Türk bayrağı öyle her yere asılmazdı. Bayrağı sebepli sebepsiz asmak, işgal güçlerince ‘tahrik ve taciz’ sayılırdı.

Anadolu‘yu, dini, dili ve adı bizden lakin ruhu İngiliz, imanı Fransız, itikadı Yahudi bir kadro yönetirdi.

Türk çocukları önce İslamdan, sonra milli şuurdan uzaklaştırılır veya ya İslamdan ya da milli şuurdan uzaklaştırılarak ortaya iki kutup çıkartılırdı. İsimler önce Davut’sa da sonra Devid olur, Bünyaminler Benjamin’e döner, hatta şimdilerde olduğu gibi Antik Yunan’dan, Latin Amerika’dan isimler konurdu Müslüman Türk çocuklarına.

İşyeri, dükkan, market, alışveriş merkezlerinin adları, Roma’nın ruhunu yeniden Anadolu’ya taşımak için güçlü birer vasıta olurdu.

Belki yine meclis olurdu lakin tıpkı meşrutiyet meclislerinde olduğu gibi önce kamu huzurunun sonra Türk’ün dibine dinamit konurdu. İçeride Türklük azınlık, Türk mahzun kalırdı.

Eğitim sistemimiz buram buram batılı bir akıl kokar, kategorik bir algıyla seküler dünyaya motivasyonumuz sağlanırdı.

Bir dönem dinsiz bir devlet algısı, diğer bir dönem de devletsiz bir din talebi tezahür ederdi.

Bütün etnisiteler bir kavim ve ırk bilişselliğine kavuşturulur, tefrika yurdun dört bir yanını sarardı.

Ortaçağ’ın skolastik düşüncesi, ‘akıl ile İslam anlaşılmaz’ kaidesinin arkasına saklanır, pozitif bilimler ile dinin/dindarın rabıtası kesilirdi. Sonra ‘dinde reform’ diye ortalarda gezen bir güruh tezahür ederdi. Bu sırada ‘dinler arası dialog’ diye bir papalık misyonu tüterdi, en kadim camilerimizin o mübarek minberlerinden.

İşgal güçleri tüm hammadeleri kendi ülkelerine götürür, çıkacak petrolden Anadolu Türk’ü nasibini rafineri işçisi olarak alır, ağır vergiler ile mülk sahibi olamadan, bizim sandığı ülkeden kiracı olarak göçerdi.

Adalet yani hukuk sistemi yine batılı bir akla dayanır, sağlık bilimi kapitalizmin kucağına atılır, her yeni çıkan ilaç batı ülkelerinin selameti için önce Anadolu’da denenir, tarımda her türlü zehirli tohum bu toprakları kanser yapmak için kullanılır, kendi hayvan ve tohum ırklarımız İsviçre’ninçiftlik ve  ambarlarında muhafaza edilir, Amerika’dan, Avrupa’dan hibe gelen gemi, zırhlı araç, tarım makinesi kabilinden ne varsa onların yedek parçasını temin için bu milletin parası oralara peşkeş çekilirdi.

Televizyonlarda her türlü ahlaksız program büyük reyting alır, hatta tecavüz muhtevalı diziler hit olurken, tecavüze karşı direnç platformları oluşturulurdu, sivil toplumun gücünü göstermek adına.

‘Kadınlar size Allah’ın bir emanetidir’, şuurundan uzaklaştırılıp, kadın hakları temalı konferanslara katılırdık sonra…

Kapitalist sistem ülkenin her yerinde sosyolojinin imanı olurken, gemisini kurtaran kaptan olurdu…

Kurbanlarımızı banka hesabı üzerinden bir derneğe gönderirken, fakirin sofrasını siyasilerin iftar yemekleri için gittiği çevre mahalle evlerinden kameraya yansıdığı kadar bilirdik.

Aslında çok şey olurdu  Çanakkale geçilseydi…

Aslında tam emin değilim, hakkaten geçilmedi mi Çanakkale...

Selametle…