Türk Milleti bütün birikimiyle siyasî, ticarî, ekonomik ve kültür alanlarında kendisini, ihtiyaç duyduğu çağ ve coğrafyaya göre sürekli yenilemiş, bu nedenle de en zor coğrafyalarda en zor rakiplere karşı ayakta kalmasını bilmiştir.

Mete Han'dan Atatürk'e kadar gelen çizgide, Millî liderlerin, Türk insanının refahı için ortaya koyduğu mücadele hırsı ve tarzını, Dede Korkut'tan Ziya Gökalp'a kadar tamamlayan, millî sosyal karakterleri ve bunlar arasındaki isimli, isimsiz liderleri, kahramanları   ve Türk Ulularını, milli mantıkla süzerek yeni bir heyecan ve yeni bir kimlik veren Alparslan Türkeş'in bizlere anlattığı fikir süzgecinin adı ülkücülüktü. Türkün bütün kaynaklarından en iyi beslenerek biriken fikir gölünü Alparslan Türkeş nasıl inşa etmişti?
 
Mete'nin komutanlık karakterini Türkçe ve Türkçü mantıkla süzerek, Türk'ün ordu ve savaş anlayışını, yenilmez karakterinin, inanç, hırs ve erdem kaynaklarını, tarih bilgisi ve engin tecrübesiyle harmanlayarak, yüzlerce binlerce yıla nasıl yayıldığını, o ruhun Mete'den, Satuk Buğra'ya, oradan Alparslan'a, ondan Yıldırım Beyazıt'a nasıl geçtiğini, Fatih'in bu ruhtan nasıl beslendiğini, bu ruhun Çanakkale'yi nasıl geçilmez yaptığını ve bu ruh kaynağından Mustafa Kemal'in nasıl doğup beslendiğini, asırların kendi yüreğinde yaktığı volkanla birleştirerek, Türk'ün şanlı geçmişinden, şanlı bir geleceğe ulaşmak isteğini ülküyle tarif etmiştir. Evet, Fatih'in Bizans surlarına dayanmasının, köhne bir kahramanlık serüveni olması mümkün değildi. Elbette, Atsız'ın Bozkurt'larını okumamıştı Fatih, ama Kürşad'ın ruhunu taşıdığı açıktı. Fetih yıldönümlerini, süslü gösterilerle kutlayan insanlardan Türkeş'i ayıran sebep de işte bu idi. Kürşad'ın ruhunu taşıması... O, Fatih'in fetih yıldönümleriyle avunmak yerine; fethin, Türk'ün ruhuna nakış nakış işlenmesinden yanaydı. Öyle de yaptı. O ülkücüydü. Celâdet sahibi Türkeş, Yıldırım'ın Niğbolu'da "bre doğan, bre doğan" deyişinden çıkan yankılı sesi, sadece karanlık bir savaş gecesinde bırakmamış, o yankının dalga dalga asırlara yayıldığına inanmıştı.
 
O, Dede Korkut'un bilge kişiliğini bir masal dervişi, tarihin derinliklerindeki süslü bir aksakal olarak görmedi. Dede Korkut'un ad koyma törenindeki Türkçe ve Türkçü kimliğini, asırlar sonra Ahmet Yesevi'de görerek tarihin yıkılmaz unvanı verdiği Türk Milletinin savaşçı ve kahraman duygularının ardındaki bitmez tükenmez edep ve iman kaynaklarını da kendisini asırlar öncesine taşıyarak görmüştü. Bu tarih ve ufuk turunda, Mevlâna'dan Yunus'a, Hacı Bektaş'tan Somun'cu Baba'ya kadar Türk illerinin gönül süvarilerini, bütün ruh varlığıyla, Çin sınırından Rus sınırına, Ortadoğudan Balkanlara kadar akıncının hemen yanı başında yılmaz bir dua ordusu olarak görmüş ve Türkü millet yapan bütün değerleri, tarihin bütün akışkanlığı içinde tane tane seçerek, adına ülkücülük dediği altın kürenin içine gönül rahatlığı ile koymuştu.
 
Bütün ihtişamı ve kalitesiyle tarihi besleyen Türk Milleti'nin yorgun yıllarında bile, Mete'nin kahraman ruhunu hayata geçiren ölümsüz komutanların varlığını, son yüzyıllık tarihe sığan beş bin yılın provasını en iyi şekilde tahlil ederek, Anadolu Türklüğü'ne Mete'nin izdüşümü Atatürk'ü hediye eden Yüce Allah'a sonsuz inancını hiç kaybetmeden, kendisine yapılan saldırılara eyvallahsız yeni bir mücadele başlatmıştı.
 
"Mücadelemizin adını bilmeyenlere açıkça ilân ediyorum" dediğinde ortaya çıkan sessizliği yine o bozmuştu: "Mücadelemiz, yeniden maneviyata dönüş...".
 
Bilge Kağan'ın, "Ey Türk titre ve kendine dön" buyruğunu, tarihin merdiven basamağındaki liderlerden sırası ile alarak, Anadolu Türklüğü'nün komünizm ve emperyalizm karşısındaki saldırılarını göğüsleyecek kadrolar yetiştirmek üzere yola çıkmıştı. Bu yol taşlı ve dikenliydi. Bataklıklarla belâ ve musibetlerle doluydu. Ama çıkmaz bir yol değildi. Çünkü en çıkmaz yollardan çıkmıştı Türk Milleti: ERGENEKON'dan.
 
Kurdurduğu gençlik teşkilâtlarının tamamının amblemi Bozkurt'tu. Artık Ergenekon'dan çıkmalıydı. Asırların kabına sığmayan Türk milleti;  açlık, yoksulluk, sefalet ve düşmanlarının göz diktiği son yurdu Anadolu'yu Ergenekon yapan bütün sebepleri ortadan kaldıracak ve yine bir Bozkurt'un önderliğinde refahlı günlere yolculuk edecekti. Sıkıntı belli, reçete hazırdı: DOKUZ IŞIK
 
Artık Türk Milleti kendi sesine ses veriyor, Türk gençleri yavaş yavaş etrafında kenetleniyordu. Bu eşsiz kalabalığın önündeki Kurmay Albay Alparslan Türkeş, artık Başbuğ olarak tarihteki yerini alacaktı... Evet, O artık BAŞBUĞ'du ve bu unvanı ona Türk Milleti vermişti.
 
Türk'ün coğrafyasına yavaş yavaş yayılan ülkücülük, dokuz ışık ve Başbuğ, Türk'ü yoksulluk ve sefalet Ergenekon'una mahkûm eden tarihî düşmanlarının dikkatini çekmekte gecikmedi. Başbuğ, "Komünizmin ülkemiz üzerinde beslediği sıcak tehlikeden dolayı emperyalizmle olan kavgamıza ara verdik" dediğinde, ülkücülüğün sıradan bir kavram, antikomünist bir hareket olmadığı da anlaşılmıştı.
 
Artık Başbuğ'un düşmanları çoktu, onun ülküsünün de ülkücülerinin de düşmanları çoktu. Hemen yanı başındaki komünist Rusya ve okyanus ötesi emperyalist Amerika, Türk'ün kaderini belirlemenin artık kolay olmayacağını anlamıştı. Sırada çirkin iftiralar, kalleş mermiler vardı. Ülkücülüğün hızla yayılmasını önlemek için kiralık kızıl katiller ve aldatılmış Türk evlâtları, Çanakkale'yi geçilmez yapan ruhun evlatlarını, sinsi ve kalleşçe vurmaya başladılar. Ülkücülük Şehitlerini veriyordu. Bir yandan Türk'ün kalkınma hamlesi Dokuz Işık, bir yandan Ülkü Ocaklarının eğitim seferberliği, mayasında Dede Korkut terbiyesi olan necip Türk Milletini aydınlatmada zorluk çekmiyordu. Ülkücü hareketin siyasi aksiyonu Milliyetçi Hareket Partisi'nin her türlü şiddet ve iftiralara rağmen gittikçe büyümesini engelleyemeyen şer güçler, gün geçtikçe çaresiz ve zavallı duruma düşüyordu. Ama Türk'te yiğitlik, namertte üçkâğıt bitmezdi, yine öyle oldu.
 
Tarih 12 Eylül 1980'i gösterdiğinde, Türk Silâhlı Kuvvetleri ihtilâl yapmıştı. Başlangıçta sevgi ve heyecanla karşılanan ihtilâl, sonraları konsey başkanı tarafından yapılan açıklamalarla Türk Milliyetçiliği'ne eyvah dedirmiş ve hızını kesmişti. Dönemin ABD büyükelçisi, "bizim çocuklar başardı" dediğinde sevincini Amerika'yla paylaşıyordu. Ülkücüler bunu yıllar sonra öğrenecekti. İhtilâl mahkemelerinde sadece Başbuğ ve Ülkücüler yargılanmıyordu. Asıl yargılanan ÜLKÜCÜLÜKTÜ. Türk devletinde, Türk askerinin mahkemelerinde Türkçülüğün yargılanması aklın kabul edeceği bir şey değildi. Ama gerçek böyleydi. Türkçülük yargılandı ve mahkûm edildi.
 
Bu acı ve hırçın tutukluluk dönemi ülkücülerin lider hareketini zedeleyemeyince, kadroların dağıtılmasına karar verildi. İhtilâl sonrası demokrasiye geçişte partileri kapatılan ve yeni parti kurmaları engellenen ülkücülerin, ihtilal'ın müsaade ettiği partilerde siyaset yapmaları sağlandı. Artık ülkücüler yeniden Meclisteydi. Milliyetçi Hareket Partisinde iken varlıklarından rahatsızlık duyulan ülkücülerin, değişik partilerde siyaset yapmalarına neden müsaade edilmişti? Çünkü ülkücülük, mimarının elinde tehlikeli oluyordu.
 
Çünkü tehlike isimlerde değil, fikir, lider ve doktrindeydi. Ve plan devreye sokuluyor, ülkücülük yavaş yavaş siyasete feda edilmeye başlanıyordu. Böylece Milletin birliğini sağlayan çimento, yani Milliyetçilik de tehlikeye giriyordu.
 
Ülkücülük, komünizmin Anadolu serüvenini engelleyecek kadar kudretli ise emperyalizmin bölge üzerindeki hâkimiyetini de engelleyebilirdi. O zaman devreye Ülkücülüğü siyasete feda etme programını sokmanın zamanı da gelmişti. Hatırlanacağı gibi ülkücülerin Muhafazakâr Parti, ardından Milliyetçi Çalışma Partisi etrafındaki yeniden örgütlenme çalışmalarının karşısındaki en büyük engel, iktidar partisinin içindeki ülkücü kadrolardı. Ve hepsi de ağız birliği yapmışçasına, zaten fikirlerimizi iktidara taşıdık, zaten Başbuğ yaşlandı, bu iş çoluk çocuk işi değil vs. gibi akılla uyuşmayan, ama ülkücü örgütlenmeyi engelleyen tavırlara girmişti ve bunu aşmak hakikaten çok zor oluyordu. Ülkücülerin Türkeşsiz Türk Milliyetçiliğine hayır deyişi de yine bu dönemde ihtilâl'ın iktidarı içinde yer alan ülkücülere karşı idi. Başbuğ'un tutukluluk hayatının ardından, yeniden şimşek gibi siyasi hayata girmesi ve Bozkurtlarının onun etrafında yeniden kenetlenmesi ülkücülüğe bir daha aksiyon kazandırmıştı, hesaplar bir daha tutmadı. Fakat hesaplaşma bir başka bahara ertelenmemişti, ülkücülüğü bir şekilde tarihin tozlu raflarına koymak gerekiyordu, ama olmuyordu.

Liderin becerisi ve dehası sonucu ülkücülerin kendi partisinde Mecliste olmaları yeniden bazı mahfilleri sıkmaya başlamıştı. Başbuğ'un Milliyetçi Çalışma Partisi'ni seçim ittifakı sonucu meclise taşıması ne demekti? İnatçı ve o kadar da inandırıcı adamın Meclisten Milletine seslenmesi, ülkücülerin yeniden aktif siyasette yer alması, hele hele Türk milletinin gönlünü kazanarak hızla büyümesi bölgedeki emperyalist hesapların karşısına yeniden çıkmıştı. "Yeniden maneviyata dönüş" hız kazanarak gidiyordu. İhtilâl mahkemelerinin, C 5 hücrelerinin, işkencelerin yıldıramadığı ülkücüleri durdurmanın bir yolu olmalıydı.

Türkiye'nin ve Türk insanının ateş çemberinden geçtiği yıllarda, ülkücü hareketin etiketli kadrolarının bir kısmı ihtilâlin iktidar koltuklarında oturuyorken, bir sonraki kuşağını Milliyetçi Çalışma Partisinden koparmak, böylece kamuoyuna Başbuğ Türkeş'in karizmasının azaldığı imajı vermek ve ülkücülüğün hızını kesmek hesabı ile Meclisteki Milletvekillerinin ve parti idarecilerinin bir kısmına yeni bir yol çizdirilmiş ve ülkücü bütünlükten ayrılıp, partileşme sürecine girmeleri sağlanmıştır. Şimdi ülkücülerin bir partisi daha vardı.

Milliyetçi Hareket Partisinden ayrılış sebeplerini bir türlü izah edemeyen ayrılıkçı hareketin lider kadrosu, ancak belden aşağı vurarak kulaklara kar suyu kaçırmakla yetiniyorlardı. Kaldı ki hâlâ o siyasi ayrılığın makul tarifini yapabilmiş değillerdi. Ülkücülüğün siyasete feda edilmesi devam ediyordu. Aynı zamanda emperyalizmin bölge üzerindeki hesapları da sürüyordu.

Her şeye rağmen ülkücü kuruluşların insan kaynakları çalışıyor, ülkenin her yerinde sosyal, kültürel aktivitelerle gönüllerdeki yerini büyütüyordu. Yayın organları ve eğitimli insan gücünü en ideal şekilde kullanan Lider, ilâhi emrin bir gün kendisini Türk dünyasından ayırıncaya kadar, her nefesini Allah ve Millet yolunda harcayarak, bir nisan günü kendisini besleyen tarihin lider kadrolarının arasına karışacaktı, artık Başbuğ yoktu.

Mete'den Atatürk'e, Dede Korkut'tan, Ziya Gökalp'a kadar uzanan kahramanlık ve sosyal değerlerin harmanı olan ülkücülükten ne isteniyordu? O tarihlerde bunu anlatan ülkücülere faşist, gerici, komplo teoricileri diyen mahfillerin, geldiğimiz noktada yanıldığını, ülkücülerin ve ülkücülüğün ise yanılmadığını rahatlıkla görmekteyiz. Sovyetlerin dağılması ve komünizmin iflâsı sonrası kavganın ikinci ayağı olan emperyalizm, Türk Milliyetçilerini en az komünistler kadar zorlamaya başladı. Ama nafile, besin kaynakları kuvvetliydi. Ülkücüler her türlü oyuna hazırlıklıydı ve her kavganın galibiydi. Ta ki Başbuğları hakkın rahmetine kavuşuncaya kadar....

Kader yine bu Milleti başsız koymuştu. Sebep ve sonuç ne olursa olsun, milletin selâmeti ve geleceği için üzülmeye gerek yoktu. Lider Hakk'a yürümüş, ama geriye milyonlarca kadro bırakmıştı.

Milyonlarca acılı Bozkurdun son yolculuğunda yalnız bırakmadığı, Kurmay Albay Başbuğ Alparslan Türkeş, dualar ve tekbirler eşliğinde kabrine konulurken, hayaliyle yanıp tutuştuğu Turan illerinde de acılı ve yaslı bir dönemi başlatıyordu.

Başbuğ'larının yokluğu Bozkurt'ları nasıl etkileyecekti? Ülkücülük nereye gidecekti, şimdi ne olacaktı, herkes merak içindeydi. Ülkücülerin artık başsız kalışını fırsat bilen siyasi partilerin gözünde onlar sadece bir oy deposu olmuştu. Dönemin bütün parti liderlerinin beyanatları buna yönelikti. Ülkücüleri avlamak ve kandırmak...

Fakat olmadı. Ülkücülüğü siyasi bir meta, ikbal kaynağı bir gelecek olarak görmeyen ülkücüler, Türk milletinin yarınlarına ışık olmak için tarihten gelen bilgi ve birikimle görevini yerine getirmekte tereddüt etmemiş, emin adımlarla yürümeye devam etmiştir. Bu yürüyüş zaman zaman kardeş kavgalarının gölgesinde hızını kaybetse de, yeni liderin yeni yol haritası güven vermeye devam edecekti.

Siyasi bilgi ve tecrübesini Başbuğundan alan lider Dr. Devlet Bahçeli, hareketi iktidara taşımakta kararlı, bir o kadarda azimliydi. Kendisini bekleyen tehlikeler, bildik tehlikelerdi. Gençliğinden bu yana içinde olduğu hareketi bu tehlikelerden koruyacak bilgeliğe sahipti. Fakat düşman çok, düşman büyük, düşman güçlü idi...

Her fırsatta, Türk milletinin aşağılandığı, Türklük âleminin çok zor günler yaşadığı bu çetin günlerde, ülkücülerin, tarihten gelen görevlerine, ‘'Türk milletine öncülük vazifesine" sahip çıkmaları, iktidar olmak ve devletin emin ellerde idare edilmesini sağlamak.

Artık zamanı gelmiştir. Türk milletinin fakirlikten zenginliğe, açlıktan tokluğa, sefaletten beyliğe geçme zamanı gelmiştir.

Ülküdaşlarım !

Liderin kutlu çağrısı cevapsız kalmamalı, hatta biz ülkücüler bununla yetinmek yerine, davamızın etrafına daha fazla insanlar toplamalı, kutlu iktidar yolunda lideri yalnız bırakmamalıyız...

Bu yüz yılı Türkün mührüyle şekillendirmeye, haydi hep birlikte....

İrfan Topçu

***

Sizde bu bölümde yazmak isterseniz sitemizin ilkelerine ters düşmeyen yazılarınızı [email protected] mail adresine gönderin sizin adınızla yayınlayalım.

Not: Yazılarınızda isminizi ve kullanılacak mail adresinizi yazmayı unutmayınız.