Kendine ve Milletine Güvenmek

Atatürk’ün çocukluk ve ilk gençliğini geçirdiği dönem Osmanlı Devleti’nin pek çok bakımlardan sıkıntılar yaşadığı, bilinen sona doğru adeta koşar adım yaklaştığı bir dönemdi. Halk arasında “93 Harbi” olarak da bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve sonrasında imzalan Berlin Antlaşması Osmanlı Devleti’nin tasfiye sürecini başlatmıştı. Arkasından gelen Türk-Yunan Savaşı (1897), Trablusgarp Savaşı (1911-1912), Balkan Savaşları (1912-1913) ve nihayet Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) imparatorluk halkında ve aydınlarında bir moral çöküntüsü yaratmıştı. Milli Mücadele başında millet yorgun ve bezgin, aydınlar umutsuzdu. Kimi aydınlar İngiliz, kimi aydınlar ise Amerikan mandası ile kurtuluşun mümkün olabileceğini düşünmeye başlamıştı.

Kaybedilen topraklar, sayısız insani dramların yaşandığı göçler, yerinden yurdundan edilmiş milyonlarca insanın varlığı aydınlarda bir güvensizlik yaratmış, sosyal psikologların “sosyal aşağılık duygusu” olarak tanımladığı güvensizlik ortamı oluşmuştu. Kendi milletinin tarihini, kültürünü bilmeyen, büyüklüğüne inanmayan bu aydınlar derin bir aşağılık duygusu içine girmişlerdi. Şüphesiz bu duygunun esiri olan insanlarla büyük bir iş başarmak mümkün değildi.

Türk milletinin tarihini, kültürünü ve vasıflarını çok iyi bilen Türk milliyetçisi Atatürk, önüne inandığı bir lider çıktığı zaman Türk milletinin bütün olumsuzluklara rağmen ne büyük harikalar yarattığını biliyor ve milletine inanıyordu. İşte bu iman ve inançla 13 Kasım 1918’de Mütareke İstanbul’una geldiğinde Marmara’da demirlemiş bulunan düşman zırhlılarını gördüğünde, yaverine “geldikleri gibi giderler” diyecektir.

O, kendine ve milletine daima güvendi, inandı. Bunun için milletine ve gençlere “Türk övün, çalış ve güven” diye seslendi. Sosyal aşağılık duygusunu yıkmak, ortadan kaldırmak için de daima “Türk milleti çalışkandır, zekidir!” dedi.

Türkiye, Atatürk ile bir taraftan akıl, bilim ve teknoloji ile Batı medeniyetine yaklaşırken; aynı zamanda “Türklüğe”, milli benliğine, kendi değerlerine doğru yol alıyordu.

Atatürk Türk olmaktan gurur duyan bir Türk milliyetçisi idi. Batı karşısında hiçbir aşağılık duygusuna kapılmadan, Batı medeniyetine yönelmenin lüzumuna inanmıştı. O, Türk milletinin kabiliyetlerini, cesaretini, sağlam karakterini savaş meydanlarında, Mehmetçik’in şahsında görmüştü. Tarihin en güçlü devletlerinden birini kuran ve yüzyıllarca yaşatan Türk milletinin her alanda başarılı olacağına yürekten inanmıştı.

Cumhuriyet’in Onuncu Yılı törenlerinde yaptığı tarihi konuşmasında, baştan sona Türk milletine olan güvenle, Türk milliyetçiliğinin coşkun ve inançlı ifadeleriyle hitap etmiştir. Cumhuriyetin onuncu yılında 29 Ekim 1933’te Atatürk, “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünü yürek dolusu iman ve inançla haykıran Devlet Başkanıdır:

Türk Milleti!

Kurtuluş Savaşı'na başladığımızın on beşinci yılındayız. Bugün Cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu en büyük bayramdır. Kutlu olsun!

Şu anda, büyük Türk milletinin bir ferdi olarak, bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindeyim.

Yurttaşlarım!

Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir. Bundaki muvaffakiyeti, Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak, azimkârane yürümesine borçluyuz. Fakat yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz; çünkü, daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz.

Yurdumuzu, dünyanın en mamur ve en medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi, en geniş, refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Bunun için, bizce zaman ölçüsü, geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle daha çok çalışacağız, daha az zamanda daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur.

Çünkü, Türk milletinin karakteri yüksektir; Türk milleti çalışkandır; Türk milleti zekidir. Çünkü, Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin, yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir. Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihî bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini ve millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür. Türk milletine çok yakışan bu ülkü, onu, bütün beşeriyette, hakikî huzurun temini yolunda, kendine düşen medenî vazifeyi yapmakta muvaffak kılacaktır.

Büyük Türk milleti!

On beş yıldan beri, giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vadeden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiç birinde milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım. Bugün, aynı iman ve katiyetle söylüyorum ki, millî ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu, bütün medenî âlem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, atinin yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi doğacaktır.

Türk milleti!

Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.

Ne mutlu Türküm diyene!”[1]

Atatürk, adı “Türk” olan bir devlet kuran kurucu kahramandır. Türk milletinin meziyetlerine ve parlak geleceğine yürekten inanmış bir Türk milliyetçisi idi. Türk’ün şan ve şerefle dolu olan tarihi ile övünen, milletine güvenen, adeta her nefes alışında göğsü Türk olmanın gururu ile dolan Atatürk, milletinin çağdaş medeniyet gelişmeleri dışında kalmaması “bazı zincirlerin kırılması” gerektiğini anlamıştı. O zincirleri milletine güvenerek cesaretle kırdı.

İşte Türk gençliği de Atatürk gibi milletine inanmalı, güvenmeli, böyle bir milletin mensubu olmakla daima gurur duymalı, Türk milletini yüceltmek için gece gündüz demeden çalışmalıdır. Millete güvenmenin en iyi yolu, Türk’ün tarihini ve değerlerini, kültürünü iyi bilmekten geçer. Atatürk bu konuda şunları söylüyor:

“Büyük devletler kuran ecdadımız, büyük ve kapsamlı medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur.”

“Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.”[2]

Akılcı Düşünce, Bilim ve Teknoloji

Bir devlet adamı, bir lider olarak Atatürk’ü diğer liderlerden ayıran en temel özelliklerinden biri “akılcı” olması, akla ve bilime değer veren bir lider olmasıdır. Osmanlı Devleti’nin külleri içinden yeni ve dinamik bir Türk devletinin doğuşuna, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna önderlik eden Atatürk daima aklın ve bilimin yolunda yürümüştür.

Laik, demokratik bir Cumhuriyet kuran Atatürk, milletini çağdaş uygarlık seviyesinin üzerine taşıyacak yolun; akıl ve bilim yolu olduğuna inanmış bir liderdir. Emperyalizme karşı verdiği Kurtuluş Savaşı ile mazlum milletlere; söylevleri ve demeçleriyle, yalnız Türk milletinin değil, gelişme ve kalkınma yolundaki başka milletlerin sorunlarına da ışık tutan düşünce adamı Atatürk, “Dünya’da her şey için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit (yol gösterici) ilimdir, fendir” demiştir.

Atatürk’ün insan aklına, çağdaş bilime ve teknolojiye verdiği büyük değer, “asker” olarak, “devlet kurucusu” ve “devlet yöneticisi” olarak, “inkılâpçı” olarak, “düşünce adamı” olarak bütün davranışlarının temel taşı, bütün konuşma ve yazılarının değişmeyen temel unsurudur.

Atatürk’e göre, tarihin en güçlü ve en sağlam imparatorluklarından biri olan Osmanlı Devleti’nin son yüzyıllarda Batı karşısında zayıf düşmesinin ve gerileyişinin nedenleri arasında en önemlisi şu idi: Olaylara akıl ve bilim gözü ile bakmamak; hurafelere, doğmalara, peşin yargılara saplanmak; aklın ve bilimin önderliğinde hızla ilerleyen medeniyetin dışında kalmak; gerçeklerden kaçıp hayallere sığınmak.

Büyük Taarruzla zafer kazanıldıktan, vatan toprakları işgalden temizlendikten sonra milli kahraman Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı kutlamak için İstanbul’dan Bursa’ya bir grup öğretmen gelmişti. Atatürk 27 Ekim 1922 günü bu öğretmenlere hitaben çok önemli bir konuşma yaptı. Kazanılan zaferin gerçek kurtuluş için yetmediğini, milletin siyasi, sosyal hayatında ve eğitiminde “bilim ve fen rehber olmadıkça” asıl kurtuluşun mümkün olamayacağını anlattı. O tarihte henüz ileride “Türk İnkılâbı” (veya Türk Devrimi) diye anılacak atılımlar, değişim ve dönüşüm hareketleri yapılmış değildi. Lozan Barış Antlaşması imzalanmamış, Cumhuriyet’in ilanına henüz bir yıl vardı. Laik, demokratik devlet yolunda henüz her hangi bir adım atılmamıştı.

Fakat Atatürk’ün Bursa’da kendisini kutlamağa gelen öğretmenlere söylediği sözler, O’nun daha işin başında, yolunu ve hedefini çok iyi seçtiğini belli ediyordu. Bu sözler, Atatürk’ün, “aklı ve bilimi” rehber, yol gösterici yaparak büyük bir değişikliği gerçekleştirmeğe kararlı olduğunu açıkça gösteriyordu.[3]

Yukarıda eğitim konusunda bazı bölümlerini kullandığımız bu konuşmada Atatürk şunları söylüyordu:

“Yurdumuzun en bakımlı, en şirin, en güzel yerlerini üç buçuk yıl kirli ayaklarıyla çiğneyen düşmanı dize getiren başarının sırrı nerededir, biliyor musunuz? Orduların yönetilmesinde, ilim ve fen ilkelerini rehber edinmemizdedir.

Milletimizi yetiştirmek için kaynak olan okullarımızın ve üniversitelerimizin kuruluşunda da yine bu yolu tutacağız. Evet, milletimizin siyasi, sosyal hayatında, milletimizin fikri eğitiminde, rehberimiz ilim ve fen olacaktır.

Bugün eriştiğimiz nokta gerçek kurtuluş noktası değildir… Kurtuluş cemiyetteki hastalığı ortaya çıkarmak ve iyileştirmekle elde edilir. Hastalığın iyileştirilmesi ilim ve fennin gösterdiği yolla olursa, hasta kurtulur. Yoksa hastalık müzminleşir ve tedavisi imkansız hale gelebilir.

Fikirler, manasız ve mantıksız safsatalarla dolu olursa o fikirler hastadır. Aynı şekilde, içtimai hayat akıl ve mantıktan uzak, zararlı bir takım inanış ve geleneklerle dolu ise cemiyet felce uğrar…

… Memleketi, milleti kurtarmak isteyenler için, fazilet, iyi niyet, fedakârlık elbette son derece gerekli vasıflardır. Fakat bir toplumdaki hastalığı görmek, onu tedavi etmek, toplumu içinde bulunduğu yüzyılın gereklerine göre ilerletebilmek için, bu vasıflar yetmez; bu vasıfların yanında ilim ve fen lazımdır…

… Gözlerimizi kapayıp herkesten ayrılmış halde yaşadığımızı farzedemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp, cihan ile ilgisiz yaşayamayız… Tam aksine, ilerlemiş, medeni bir millet olarak, medeniyet alanı içinde yaşayacağız. Bu yaşama, ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise oradan alacağız ve milletin her ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.

Hiçbir mantıki esasa dayanmayan bir takım geleneklere, görüşlere saplanıp kalmakta ısrar eden milletlerin ilerlemesi güç olur; belki de hiç olmaz. İlerlemeye engel olan kayıt ve şartları aşamayan milletler, hayatı akla uygun ve pratik şekilde müşahede edemezler; hayat felsefesini geniş açıdan gören milletlerin egemenliği ve esareti altına girmeğe mahkûm olurlar.”[4]

Batı karşısında gerilemeye başlayan Osmanlı Devleti’nin gerçekleştirdiği reformların başarıya ulaşmamasının temel nedeni, bunların bütüncül bir bakış açısı ile değil, kurumsal düzeyde kalması idi. Eksikliği hissedilen alanlarda reformlar yapılmaya çalışılmış, ıslahatlar topyekûn bir değişim ve dönüşüm hareketine, köklü bir yenileşmeye kapı aralayamamıştır. Atatürk önderliğindeki Türk İnkılâbı’nın ise akla ve bilime dayalı, gerçekçi bir yaklaşımla topyekûn bir değişim ve dönüşümü gerçekleştirdiği görülmektedir.

Bir kurucu kahraman olarak “akıl ve bilim” konusunu öne alarak “en büyük eserim” dediği Türkiye Cumhuriyeti’ni eserini şekillendiren Atatürk, kendi düşünce yolunu izleyeceklere de miras olarak “akıl ve bilimi” tavsiye etmiştir:

“Benim manevi mirasım ilim ve akıldır… Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver (eksen) üzerinde, akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar.”[5]

Şu halde Atatürk’ün özlediği Türk gençliği, akıl ve bilimi esas alan, teknolojik gelişmeleri yakından takip eden, nihayet Türkiye’yi çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmak hedefine yürüyen bir gençlik olacaktır. Diğer nitelikleriyle birlikte daima aklı, bilimi esas alacaktır.

Hoşgörü, Düşünce ve Vicdan Hürriyeti

Atatürk, akılcı ve bilimci yaklaşımının doğal sonucu olarak, her türlü bağnazlığı (taassubu) reddetmiştir. Bu kapsamda, laik demokrasinin en temel insan haklarından olan düşünce ve vicdan hürriyetini esas almıştır. O, “Her kişi, istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine göre bir siyasi fikre sahip olmak, seçtiği bir dinin gereklerini yerine getirmek veya getirmemek hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz.”[6] Demiştir.

Medeni Bilgiler kitabına kendi el yazısı ile yazdığı bu cümleler, tek başına Atatürk’ü ve onun düşünce sistemini donmuş, kalıplaşmış, totaliter, dogmatik, diktacı ideolojilerden kesin bir çizgi ile ayırmaya yeter. Atatürk, hoşgörüyü (bağnazlıktan uzak olmayı, toleransı) ve bunun ötesinde düşümce ve vicdan hürriyetini, inançla, ısrarla savunmuştur.[7]

Atatürk’e göre, “uygarlığın geri olduğu cehalet devirlerinde, düşünce ve vicdan hürriyeti baskı altında idi; insanlık bundan çok zarar görmüştür.” Özellikle dini bağnazlığın çok koyu olduğu dönemlerde, “gerçeği düşünebilen ve söyleyebilenler hakkında reva görülen zulüm ve işkenceler insanlık tarihinde daima kirli facialar olarak kalacaktır.”[8]

Binlerce yıllık Türk tarihi içinde birçok devlet kuran, kuruduğu bu devletlerin bünyesinde birçok farklı etnik köken, din, inanç ve kültüre mensup insanı, milleti barış ve huzur içinde yaşatan Türk milleti sosyolojik olarak ve tarihi olarak “hoşgörü” sahibi bir millet olduğunu ispatlamıştır.

Mesela Orta Çağ Avrupa’sının koyu bir karanlık içinde, bağnazlığa batmış bir halde yaşadığı dönemlerde Anadolu’da, yüce ruhlu, aydınlık kafalı Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bayramı Veli ve daha pek çok Türk düşünür ve aydını “hoşgörü” anlayışının gür sesi olmuşlardır.

XIII. Yüzyılda Yunus Emre, “Yaratılmışı hoşgör, Yaradan’dan ötürü” demiş, Tanrı sevgisinin bağnazlıkla bağdaşmayacağını gür sesiyle haykırmıştır. Yunus Emre, İ. Kant’tan tam 500 yıl önce; “Sen sana ne sanırsan, ayruğa (başkasına) da onu san, / Dört Kitabın manası, budur eğer var ise.” Diyerek, kendimize yapılmasını istemediğimiz şeyleri başkalarına yapmamamız gerektiği düsturunu ifade etmiştir.

Bu nedenle Atatürk, “Hiçbir millet, milletimizden daha çok yabancı unsurların inanç ve adetlerine hoşgörü göstermemiştir.” Demiştir. Yine Atatürk bu konuda, “Hatta başka dinlere mensup olanların dinine hoşgörü gösteren yegâne milletin Türk milleti olduğunun” ileri sürülebileceğini; İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’in Rum Patriği, Ermeni Kategigosu, Bulgar Ekzarhı gibi dini reislere geniş haklar tanıdığını, “milletimizin dinen ve siyaseten Dünyanın en müsadekâr ve civanmert bir millet olduğunu” belirtmiştir.[9]

Türk milletinin bu tarihi değerlerinden hareket eden Atatürk, Medeni Bilgiler kitabında “Tassupsuzluk (Tolerans)” başlığı altında kendi el yazısıyla şunları yazmıştır: “Türkiye Cumhuriyeti’nde herkes Allah’a istediği gibi ibadet ede. Hiç kimseye dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılamaz.” “Türkiye’de, bir kimsenin fikirlerini zorla başkasına kabul ettirmesine müsaade edilemeyeceğini” de belirten Atatürk, “hürriyetin ancak herkese karşı tassupsuzluk (hoşgörü) göstermekle korunabileceği”[10] düşüncesindedir.

Atatürk insanların böyle bir hoşgörüye ulaşabilmelerinin, “taassubun kökünden kurutulmasının” kolay olmadığını da bilmektedir. Atatürk’e göre, “çeşitli inanışta kimseler, birbirlerine kin, nefret besliyorlarsa, birbirlerini hor görüyorlarsa ve hatta sadece birbirlerine acıyorlarsa, bu gibi kimselerde taassupsuzluk (hoşgörü) yoktur; bunlar mutaassıptırlar. Taassupsuzluk (hoşgörü) o kimselerde vardır ki, vatandaşının veya herhangi bir insanın vicdani inanışına karşı hiçbir kin duymaz, aksine saygı gösterir.”[11]

Yine Atatürk’e göre, “hoşgörünün yaygınlaşması ve huy haline gelmesi fikri terbiyenin yüksek olmasına bağlıdır.” İnsanlar arasında “bağnazlığın” ilk bakışta sanıldığından daha yaygın olduğuna dikkat çeken Atatürk, bağnazlık ile vicdan ve düşünce hürriyeti arasında sürüp giden mücadelede, bağnazlığı etkisiz hale getirmek için devlete de görevler düştüğü görüşündedir. Devlet, kamu düzeni, vicdan ve düşünce hürriyetini, hoşgörüden yoksun kişi ve zümrelerin saldırısından korumakla yükümlüdür. Elbette bu da hukuk yoluyla olacaktır.

Fikirlerin, inançların başka başka olmasından şikâyet etmemek lazımdır. Çünkü bütün fikirler ve inançlar bir noktada birleştiği takdirde, bu, hareketsizlik belirtisidir; ölüm işaretidir. Böyle bir durum elbette istenmez.”[12] Diyen Atatürk, görüldüğü gibi yurtta barış, huzur, birlik ve dirlik isteyen; fakat düşünce hürriyetinin değerini de bilen bir devlet adamıdır.

Aslında, sadece hoşgörünün yaygınlaşması, başkalarının değişik inanç ve görüşlerine “katlanılması” yeterli değildir. Demokratik bir ülkede diğer bütün insan hakları ve özgürlüklerde olduğu gibi vicdan ve düşünce özgürlüğünün bir “hak” olarak algılanması ve tanınması gereklidir. İnsanın, insan olmasından kaynaklanan ve kişinin “doğal hakkı” olan bu özgürlüklerin Anayasa ve yasalarla korunması gerekir. Çağımız, temel hak ve özgürlüklerin bu arada vicdan ve düşünce özgürlüğünün anayasalarla ve hatta milletlerarası sözleşmelerle korunduğu bir çağdır.[13]

Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin, “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” kuşaklarla yükselebileceğini ısrarla anlatmıştır. Şu halde, Türk gençleri, taassup ve bağnazlıktan uzak duran; hoşgörü sahibi olan, kişi hak ve özgürlüklerine saygı duyan, iç barış için milli dayanışmayı esas alan gençler olmalıdır. Şüphesiz hür-demokratik bir sistemin yurttaşları olarak Türk gençleri, demokrasiyi yıkmayı hedefleyen her türlü diktacı, totaliter (baskıcı) ideolojiye karşı da uyanık olmalı, bu ideolojilerin saldırılarından demokratik sistemi korumak için hukuk içinde kalarak mücadele etmelidir.

Yurtta Barış: Milli Dayanışma ve Milli Birlik

Atatürk bir devlet adamı olarak Türk milletinin iç kavgalara sürüklenmeden, milli ve sosyal dayanışma içinde kalkınmasını amaçlamış; toplumsal barışa inanmış, bunun da milli birlik ve bütünlük ve milli dayanışma ile sağlanabileceğini söylemiştir. Türk toplumunu oluşturan bütün meslek sahiplerinin ve sosyal katmanların birbirleriyle çatışan “sınıflardan” değil, işbölümüne göre bir araya gelen aynı milletin mensupları olduğuna işaret etmiştir.

Atatürk “yurtta barış, dünyada barış” (yurtta sulh, cihanda sulh) sözlerini daha önce değişik şekillerde ifade etmesine rağmen bu şekliyle ilk defa TBMM 4. Dönem Milletvekilliği Genel Seçimleri (25 Nisan 1931) sırasında millete hitaben kendi imzası ile yayınladığı bir bildiride kullanmıştır.[14] Cumhuriyet Halk Partisi’nin 10 Mayıs 1931 tarihinde toplanan Üçüncü Kongresi’nin yeni kabul ettiği programın 7’nci Bölümün 3’ncü maddesinde de bu ilke şu şekilde ifade edilmiştir: “Yurtta sulh ve cihanda sulh başlıca prensibimizdir.”[15]

1931 Seçimleri sırasında ilk defa “Yurtta Barış, Cihanda Barış” ilkesini dile getiren Atatürk aynı beyannamede şöyle diyordu: “Gaye, sınıf mücadelesi yerine sosyal dayanışmayı (içtimai tesanüdü) sağlamaktır.”[16]

Üçüncü Fransız Cumhuriyeti’nin hâkim ideolojisi olan “dayanışmacılık” (solidarizme), E. Durkheim’den Ziya Gökalp kanalıyla Türk düşünce hayatına girmiştir. Dayanışmacılık, modern toplumdaki sınıflar arasında çatışmanın sorunlu olmadığı; fert ve grupların topluma katkılarını vurgulayan bir sosyal ahlak vasıtasıyla, sosyal dengenin korunabileceği tezine dayanıyordu. Atatürk, “bizim halkımız menfaatleri birbirinden ayrılır sınıflar halinde değil, aksine varlıkları ve çalışmalarının sonucu birbirine lazım olan sınıflardan ibarettir…”[17] derken bu sosyolojik dayanışma olgusuna işaret ediyordu.

Atatürk’ün “barış” anlayışı ve mesajının ilk ve öncelikli boyutu “yurtta barış” yani “iç barış”tır. Bunun sağlanabilmesi için sosyal adalete, sosyal güvenliğe önem vererek, adaletli bir gelir dağılımı sağlayarak kısaca modern bir devletin yapması gerektiği şekilde “sosyal devlet” olgusunu gerçekleştirerek Türk milletini kaynaşmış ve bütünleşmiş bir hale getirmek yolunda bilinçli adımlar atılması gerekmektedir.

Anlaşılacağı gibi bunun bir boyutu ekonomik, diğer boyutu ise kültüreldir. Bu iki unsur da birbirini derinden etkilemektedir. Ekonomik boyunun en önemli unsurunu oluşturan “servetin dağıtımında adaletin sağlanması”, kültürel boyutun en temel unsuru olan “milli birliğin korunmasına” hizmet edecektir. Atatürk bu konuda şunları söylemiştir:

“Milli servetin dağıtımında, daha mükemmel bir adalet ve emek sarfedenlerin daha yüksek refahı, milli birliğin muhafazası için şarttır. Bu şartı daima göz önünde tutmak, milli birliğin temsilcisi olan devletin mühim vazifesidir.”[18]

Atatürk’ün ısrarla belirttiği gibi, ortak bir tarihin ve onun içinde oluşan ortak bir kültürün, ortak sevinçlerin, ortak kederlerin ve ortak bir kaderin aralarında sayısız bağlar ördüğü yurttaşların bir takım yapay ve üretilmiş, kışkırtılmış farklılıklarla (etnisite, din, mezhep ve sınıf) parçalanarak bölünmesinin önüne geçilmelidir. Farklılıklarımızdan çok daha fazla olan ortaklıklarımızın öne çıkartılması lazımdır. “Yurtta barış” ancak bu şekilde sağlanabilir. Türk gençleri mutlaka bu bilinçte olmalı ve bölünmeye, parçalanmaya değil, birlik ve bütünlüğü geliştirmeye, milli dayanışmayı artırmaya odaklanmalıdır.

Atatürk Türk milletinin büyük işler başaracağını, bunun da “milli birlik ve bütünlükle” sağlanacağını ifade etmektedir. O, Onuncu Yıl Nutku’nda şöyle diyor:

Daha az zamanda daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü Türk milleti milli birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü Türk milletinin yürümekte olduğu terakki (ilerleme) ve medeniyet yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir…”[19]

Birleştirici ve toplayıcı bir milliyetçilik anlayışına sahip olan Atatürk, Türk milletinin birlik ve bütünlüğünün önemini sık sık vurgulamıştır. Mesela 4 Şubat 1935’te milletvekili seçimleri nedeniyle Türk milletine bir bildiri yayımlayan Atatürk, özellikle milli birlik, milli duygu ve milli kültür üzerinde durmuştur:

Bir yurdun en değerli varlığı, yurttaşlar arasında milli birlik, iyi geçinme ve çalışkanlık duygu ve kabiliyetlerinin olgunluğudur. Millet varlığını ve yurt erginliğini korumak için bütün yurttaşların canını ve her şeyini derhal ortaya koymaya karar vermiş olmak, bir milletin en yenilmez silahı ve koruma vasıtasıdır. Bu sebeple, Türk milletinin idaresinde ve korunmasında milli duygu, milli kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir.”[20]

Türk Milli Mücadelesi, milli birliğe dayanmaktadır. Milli birlik ve beraberlik, Milli Mücadele’ye tam bir “milli” karakter ve kimlik vermektedir. Atatürk daha 1919’da “milli birlik” içinde başarının sağlanacağı inancındadır:

Millet ve biz yok, birlik halinde millet var. Biz ve millet ayrı ayrı şeyler değiliz. Ve şunu kati olarak söyleyeyim ki, bir millet, varlığı ve bağımsızlığı için her şeye girişir ve bu gaye uğrunda her fedakârlığı yaparsa, başarılı olamaması mümkün değildir. Elbette başarılı olur. Başarılı olmaz ise o millet ölmüş demektir.”[21]

Atatürk, Türk milletinin birlik ve beraberliğini, öncelikle coğrafi sınırlarımız içinde, “Türklerin ata yurdunun” bölünmez bir bütün olduğunu ilan ederek sağlamaya yönelmiştir. Doğu ve Batı, Kuzey ve Güney ayrımı yapmadan, Misak-ı Milli’nin belirlediği sınırları, vatan saymıştır. Milli Mücadele, bu sınırların kurtarılmasını olduğu kadar, bu sınırlarda yaşayan Türk milletinin millet birliğinin ve bütünlüğünün sağlanmasını da hedeflemiştir.[22]

Atatürk milli varlığımızın temelini, milli şuurda ve milli birlikte görmüştür. 1 Kasım 1936 TBMM’ni açış konuşmasında milli birlik ve milli şuurun önemini şu şekilde ortaya koymaktadır:

Seneler geçtikçe, milli ideal verimleri, güvenle çalışmada, ilerleme hevesinde, milli birlik ve milli irade şeklinde, daha iyi gözlere çarpmaktadır. Bu, bizim için çok önemlidir; çünkü biz, esasen milli mevcudiyetimizin (varlığımızın) temelini, milli şuurda ve milli birlikte görmekteyiz.”[23]

Türk milletinin birlik ve bütünlüğü ve milli dayanışması bakımından Atatürk’ün Diyarbakırlılara hitaben yaptığı konuşma çok önemlidir. Bilindiği üzere Atatürk O zamanki adıyla “Diyarbekir”in fahri hemşehrisidir. 1932’de Diyarbakırlılara hitaben Dolmabahçe Sarayı’ndan şöyle seslenmiştir:

Ben Türk elinin kahraman bir bucağındanım. Yazık ki oraya Bekirdiyarı diyorlar. Fakat özünde Türk diyarı idi. Bekir sonradan ona alem olmuş, fakat biz öz diyarımızın ne olduğunu biliriz. Bizim diyarımız Oğuz Türkünün has konağıdır. Biz de bu yüce konağın çocuklarıyız. Buraya konduğumuzdan beri ne olduğumuzu anlatmaya çalıştık ve anlatıp diyoruz ki:

Diyarbekirli, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır. Bizim yeni işimiz budur:

Bu damarlar birbirini tanısın. Bu dediğim şey olduğu zaman, başka bir âlem görülecek ve dünyaya hayret verecektir. Türk’ün varlığı bu köhne âleme yeni ufuklar açacak, Güneş ne demek, ufuk ne demek o zaman görülecek!’”[24]

Atatürk, “Türk milleti” kavramı kapsamında milli birlik ve bütünlük bakımından aynı konuyu Medeni Bilgiler kitabına gündeme getirmiş ve Türk milletinin bölünmezliğine vurgu yapmıştır. O bu konuda şunları yazmıştır:

“Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimai camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış adlandırmalar, birkaç düşman aleti, gerici beyinsizden başka hiçbir millet ferdi üzerinde kederlenmekten başka bir tesir doğurmamıştır. Çünkü bu millet fertleri de tüm Türk toplumu gibi aynı ortak geçmişe, tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar.”[25]

**

[1] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: II., s. 275-276.

[2] A. Afetinan, Atatürk Hakkında Hâtıralar ve Belgeler, 4. Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1984, s. 311.

[3] T. Feyzioğlu, “Atatürk yolu: Akılcı, Bilimci, Gerçekçi Yol”, s. 3-4.

[4] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: II., s. 42-44.

[5] İ. Giritli, Kemalist Devrim ve İdeolojisi, İstanbul, 1980, s. 13. T. Feyzioğlu, “Atatürk ve Fikir Hayatı”, s. 118.

[6] A. Afetinan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 470.

[7] T. Feyzioğlu, “Atatürk ve Fikir Hayatı”, s. 133.

[8] A. Afetinan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 471.

[9] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: II., s. 9. T. Feyzioğlu, “Atatürk ve Fikir Hayatı”, s. 138.

[10] A. Afetinan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 507.

[11] A. Afetinan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 519-510.

[12] A. Afetinan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 512.

[13] T. Feyzioğlu, a. g. m., s. 141.

[14] Utkan Kocatürk, Sadi Borak, Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, IV., Ankara, 1964, s. 550.

[15] M. Gönlübol, “Atatürk’ün Dış Politikası, Amaçlar ve İlkeler”, Atatürk Yolu, Ortak Eser, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1995, s. 269.

[16] Utkan Kocatürk, Sadi Borak, Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, IV., s. 550.

[17] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: II., s. 112. E. Özbudun, “Atatürk ve Devlet Hayatı”, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi II., Atatürkçülük (Atatürkçü Düşünce Sisteminin Temelleri), Ortak Eser, s. 67.

[18] A. Afetinan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 48, 444. E. Özbudun, a. g. m., s. 68.

[19] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: II., s. 275.

[20] U. Kocatürk, S. Borak, Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, IV., s. 573.

[21] M. M. Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, C: II., Ankara, 1968. U. Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 143.

[22] H. Eroğlu, “Atatürk’e Göre Millet ve Milliyetçilik”, Atatürk Yolu, Ortak Eser, s. 162.

[23] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: I., 2. Baskı, Ankara, 1961, s. 387.

[24] Diyarbekir Gazetesi, 26 Eylül 1932. Kadri Kemal Kop, Atatürk Diyarbakır’da, 1932, s. 4.

[25] A. Afetinan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 23, 375-378. E. Özbudun, “Atatürk ve Devlet Hayatı”, s. 50.