Millî Tarih Bilinci

Gençliğin yetiştirilmesi ve hangi niteliklerle donatılması gerektiği konusunda Atatürk’ün üzerinde önemle durduğu konu “tarih bilinci”dir. Tarihi çok seven, çok okuyan ve tarih çalışmalarına çok önem veren Atatürk, gençlerin sağlam bir tarih ve Türk tarihi bilincine sahip olmalarını daima vurgulamıştır. Atatürk gençliğin yetiştirilmesinde tarih eğitiminin, gençlerin Türk tarihi bilinci içinde yetişmelerinin önemine de işaret etmiştir.

Türk genci, “göreceği öğrenimin sınırı ne olursa olsun, ilk önce ve her şeyden önce” Türk milletinin bütünlüğüne, bağımsızlığına, benliğine yönelen tehlikeleri göğüslemek gereğini öğrenmiş olmalıdır. Türk milletinin şan, şeref ve büyüklüklerle dolu tarihinden güç almalıdır. Tarih bilinci ile uyanmış, millî bilinçle bilenmiş olmalıdır. “Bir millet, büyükse, kendini tanımakla daha büyük olur.” diyen Atatürk, Türk gencinin, milletinin geçmişiyle, tarihiyle öğünmesini, ancak geleceğe güvenle bakabilmek için bugün bütün gücüyle çalışmak zorunda olduğunu da bilmesini ister.[1]

O, 1921 yılında şunları söylüyor: “Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara bilhassa varlığı ile, hakkı ile, birliği ile çelişen bütün yabancı unsurlarla mücadele lüzumu ve millî düşünceleri tam bir imanla her mukabil fikre karşı şiddetle ve fedakârane savunma zorunluğu aşılanmalıdır. Yeni neslin bütün ruhsal kuvvetlerine bu özellik ve kabiliyetin zerki mühimdir. Daimî ve müthiş bir savaş şeklinde beliren milletler hayatının felsefesi, bağımsız ve mesut kalmak isteyen her millet için bu yüksek özellikleri şiddetle istemektedir.

Yeni kuşağın taşıyacağı manevî özellikler yanında kuvvetli bir fazilet aşkı ve kuvvetli bir intizam ve inzibat fikrinden de bahsetmek zaruretindeyim.”[2]

Atatürk, 1922 yılında da aynı konuda şunları söylüyor: “Çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz öğrenimin sınırı ne olursa olsun, onlara esaslı olarak şunları öğreteceğiz: 1- Milliyetine, 2- Türkiye Devleti’ne, 3- Türkiye Büyük Millet Meclisine düşman olanlarla mücadele lüzumu. Fertleri bu mücadele gerekleri ve vasıtalarıyla donanmayan milletler için yaşama hakkı yoktur. Mücadele, mücadele lâzımdır.”[3]

Atatürk’ün bu ve benzeri çok sayıdaki konuşmalarında bahsettiği, Türk milletinin değerlerine yönelen saldırılar karşısında ve değerlerimizin eğitimi konusunda gençlerin iyi yetiştirilmesinin sağlam bir tarih eğitimi ile gerçekleşebileceği bellidir. Türklük bilincinin, millet ve ülke sevgisinin tarih eğitimi ile sağlanabileceği açıktır. Nitekim Osmanlı Devleti’ndeki eksik ve yanlış tarih eğitimi, diğer unsurlara göre Türk aydınlarındaki milliyet bilincinin gecikmesine yol açmıştır. Atatürk 20 Mart 1923’te Konyalı gençlere hitaben yaptığı bu konuyu çok net bir biçimde ortaya koymaktadır:

Biz, milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok ilgisizlik göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle gidermeğe çalışmalıyız. Bilirsiniz ki, milliyet görüşünü, millet ülküsünü dağıtmaya (ortadan kaldırmaya) çalışan teorinin dünya üzerinde uygulama kabiliyeti bulunamamıştır. Çünkü tarih, olaylar ve görünenler hep insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir ve milliyet prensibi aleyhindeki büyük ölçüde fiili tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir.

En çok bizim milletimiz, milliyetinden habersiz oluşunun çok acı ve cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu içindeki çeşitli kavimler hep millî inançlarına sarılarak, milliyet ülküsünün gücüyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Kuvvetimizin zaafa uğradığı anda bizi hor ve hakir gördüler. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet (saygı) göstermesini istiyorsak, ilk önce biz, kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti; hissen, fikren ve fiilen bütün çalışma ve hareketlerimizle gösterelim; bilelim ki millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avıdır.

Millî varlığımıza düşman olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı bir Türk şairinin dediği gibi;

(Karşı duvardaki levhayı işaret ederek)

‘Türk’üm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi’

diyelim. Düşmanlarımıza bu gerçeği ifade ettiğimiz gün, inancımıza, ülkümüze, geleceğimize yan bakan her ferdi düşman kabul ettiğimiz gün, millî benliğe uzanacak her eli şiddetle kırdığımız, milletin önüne dikilecek her engeli derhâl devirdiğimiz gün, gerçek kurtuluşa ulaşacağız. Ve sizler gibi aydın, kararlı, imanlı gençler sayesinde bu kurtuluşa ulaşacağımıza emin olabiliriz.”[4]

Bizim tarihçiliğimiz bakımından Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, özellikle 1800’lü yılların başından itibaren Avrupa’da yapılan bazı Türkoloji çalışmaları önemlidir. Arthur Lumley Davids, Leon Cahun, Arminius Vambery gibi Türkologların Türk tarihi ve medeniyeti hakkındaki çalışmaları; Mustafa Celalettin Paşa, Süleyman Hüsnü Paşa, Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp gibi Türkçülerin hem Türkçe hem de Türk tarihi hakkındaki araştırmaları tarih anlayışının değişmesini sağlayacaktır. Bu çalışmaların birçoğunun özel kitaplığında bulunduğunu ve altını çizerek okuduğunu bildiğimiz Atatürk üzerinde de etkili olduğunu biliyoruz.[5]

Atatürk bir devlet adamı olarak üç temel nedenden dolayı tarih çalışmalarına çok önem vermiştir. Bu nedenleri şu şekilde sıralamak mümkündür:

1. Millî tarih anlayışına duyulan ihtiyaç,

2. Türk vatanı ile ilgili haksız iddiaların çürütülmesi,

3. Türklerle ilgili önyargıların cevaplandırılması.

Bütün bu ihtiyaçlara cevap verebilecek bir tarih anlayışının oluşturulması için öncelikle Atatürk’ün talimatıyla 600 sayfalık “Türk Tarihinin Anahatları” isimli bir kitap hazırlanarak 1930’da basıldı. Uzman tarihçiler tarafından hazırlanan, biraz da aceleye getirilen bu eserde bazı önemli eksiklikler ve yanlışlıklar vardı. Bunun üzerine yine Atatürk’ün direktifleriyle, okullar için dört ciltlik “Tarih” kitabı hazırlandı. Müsveddeleri Atatürk tarafından kontrol edilen bu kitaplar da 1931 yılında basıldı. Kitabın ağırlık noktasını Türk tarihi oluşturuyordu.

Türk tarih yazıcılığının yöntem sorunlarını ortadan kaldırmak üzere, 1932-1938 yılları arasında yayımlanmış olan ve bugün bile el kitabı olarak kullanılan tarih biliminde yöntem sorunları hakkındaki bazı kitaplar Türkçeye çevrilerek yayımlanmıştır.

Kurumsal anlamda yapılan çalışmalara bakıldığında bu konuda da Atatürk’ün ön alıcı çalışmalara imza attığını görüyoruz. Tarihle ilgili kurulan kurumların ilki “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” olmuştur. Direktifleriyle Atatürk’ün “kurucu ve koruyucu başkanı” olduğu ve onun izinde günümüze kadar Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlarının “koruyucu başkanlıklarında” faaliyet gösteren bu cemiyet, 15 Nisan 1931’de kurulmuş, 3 Ekim 1935’te de “Türk Tarih Kurumu” adını almıştır. 1982 Anayasa’sının 134. maddesi ve 11 Ağustos 1983 tarih ve 2876 sayılı Kanun’la da “Atatürk, Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu”na bağlı dört kurumdan biri hâline gelmiştir.

Türk tarih tezinin tartışmaya açıldığı ve tarih öğretimindeki yöntemlerin görüşüldüğü 1. Türk Tarih Kongresi 2-11 Temmuz 1932 tarihinde Ankara’da Halkevinde yapılmıştır. Kongre açılışında Atatürk üyelere ve izleyicilere şunları söylemiştir:

“Bizim milletimiz derin bir maziye (geçmişe) maliktir. Bu düşünce bizi elbette altı yedi yüz yıllık Osmanlı Türklüğünden, Selçuklu Türklerine ve ondan evvel bu devirlerin her birine müsavi (eşit) olan Türk devletlerine kavuşturur.”[6]

Bir taraftan Türk Tarih Kurumu üyeleri ve diğer ilgililer, Türk tarih ve medeniyeti üzerinde, Atatürk’ün de bazen diğer devlet işlerini bile aksatırcasına yönettiği çalışmaları sürdürürken, hem bu çalışmaları bir fakülte düzeyinde yürütmek ve hem de onları genç nesillere öğretecek öğretmenler yetiştirmek üzere Atatürk Ankara’da bir fakülte açılması talimatını vermiştir.

“Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi” adıyla kurulacak olan bu kurumun adını, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün bizzat vermiştir. Onun yüksek uygarlık idealini gerçekleştirme isteği üzerine, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin kuruluşu 14 Haziran 1935’te Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul edilen 2795 sayılı Kanun’un 22 Haziran 1935 tarih ve 3035 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmesiyle tamamlanmıştır. Fakülte, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin benimsediği misyon ve vizyonun önemli bir parçasıdır. 23 Mayıs 1935 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına sunulan kanun tasarısında Fakültenin kuruluş gerekçesi şöyle belirtilmiştir: “Hükûmet merkezimizde bir taraftan Türk kültürünü bilgi metodu ile işleyecek tetkik ve araştırma kurumlarına olan ihtiyaç, diğer taraftan orta öğretim kurumlarımıza ulusal dil ve tarihimizin bilimsel ve en yeni anlayışlarına göre hazırlanmış öğretmen yetiştirmek ve bugünkü öğretmenlerimizin bu yönden bilgilerini tamamlamak gereği, Ankara’da bir Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulmasını icap ettirmiştir.”[7]

Atatürk’e göre gençlik, millî bilince sahip ve modern kültürlü olarak yetişmelidir. Gençlerin sağlam ve olumlu bir karakter taşımaları özellikle önemlidir. Atatürk’e göre gençler, almakta oldukları eğitim ve kültür ile insanlık meziyetinin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli sembolü olacaklardır. Gençler çağdaş eğitim ve öğretim içinde yetişecekler, pozitif bilimin ışıklarıyla donatılacaklardır.

Atatürk’ün düşünce dünyasında vatanın ve milletin bütün ümit ve geleceği genç kuşakların anlayış ve enerjisine bağlanmıştır. Zira Cumhuriyet’i yükseltecek ve yaşatacak olan gençlerdir. Bu nedenledir ki, Türk istiklalini ve Türkiye Cumhuriyeti’ni sonsuza dek yaşatma görevi onlara emanet edilmiştir.[8]

İşte bu nedenle, Atatürk’ün aydınlık yolunda yürüyecek ve onun emanetine sahip çıkacak Türk gençliğinin en temel niteliklerinden biri millî tarih bilincine sahip olmaktır. Eğer sağlam bir tarih bilinci olursa Türk çocukları emanete sahip çıkabilir, kendi varlığına, birliğine ve Cumhuriyet’ine düşman olan unsurlarla mücadele edebilir. Örnek, Mustafa Kemal’dir. Onu büyük yapan, onu Atatürk hâline getiren en temel özelliği tarih sevgisi ile iyi bir tarih bilgisi ve bilincine sahip olmasıdır.

Türkçe Duyarlılığı

Dil, düşünme, konuşma, yazışma, anlaşma ve iletişim aracıdır. Her türlü eğitimin ve bütün bilimlerin vazgeçilmez temelidir. Millî kültürün başlıca unsurudur. Kültürün kuşaklar arası aktarımı da dil ile gerçekleşir. Dil, millî birlik ve bütünlüğün koruyucusu, milletin sürekliliğinin güvencesidir. Gelişmiş, zengin, bütün ihtiyaçlara cevap verebilen bir dil, her alanda kalkınıp ilerlemenin ön şartlarından biridir.

Bir devlet ve düşünce adamı olarak Atatürk, milletlerin doğuşu, sürekliliği, bağımsızlığı ve yükselişi ile dil arasındaki sıkı bağı çok iyi gördüğü içindir ki, tarih konusunda olduğu gibi dil konusuna da büyük önem vermiştir.[9]

Türk gençliği Cumhuriyet’i yaşatma görevi ile görevlendirilmişse ki, Gençliğe Hitabe bu görevi gençler vermektedir, Türk gençliğinin Cumhuriyet’in temel esaslarını oluşturan bilinçle yetişmeleri önem taşımaktadır. Bu duyarlılığın de iki ana kaynağı vardır. Biri millî tarih bilinci, diğeri de Türkçe bilincidir. Millî tarih ve Türkçe (dil) hem millet olmamızın hem de Cumhuriyet’i oluşturan merkezî / üniter - millî/ulus devlet temel esasının olmazsa olmazıdır.

Bu bakımdan Atatürk millî kimliğin, Türk kimliğinin oluşumu bakımından dilin, Türkçenin önemine sık sık işaret etmiştir.

Atatürk “millî bilinç”in tarih ve dil çalışmaları ile yaşatılabileceğini söylemiştir: “Millî bilincin ayakta kalabilmesi ve uyanık bulunması için dil ve tarih uğrunda çalışmaya mecburuz.”[10]

Yine Atatürk, 1930 yılında yayımlanan Sadri Maksudi Arsal’ın “Türk Dili İçin” isimli eserine yazdığı “Ön Söz”de “millî duygu” ile “dil” arasındaki yakın ilişkiye vurgu yapmıştır: “Millî duygu ve dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin millî ve zengin olması millî duygunun gelişmesinde başlıca etkendir.”[11]

Sosyoloji biliminin verilerine göre “ortak dil” bir milletin “ortak kültürü”nü oluşturan en önemli değerdir. Çünkü hem kültür unsurları arasındaki iletişim ve etkileşim hem de kültür değerlerinin bir sonraki kuşağa aktarılması dil ile olur. Dil aynı zamanda “millî kimliğin” en önemli göstergesidir. Ortak diliniz varsa, ortak kimliğiniz vardır. Tarihte dilini kaybeden milletler, bir süre sonra kültürlerini, sonuçta da millî kimliklerini kaybetmişlerdir. Türklüğün tarihi incelendiği zaman; Türk milletinin büyük badireler atlatmasına, Türkçenin zaman zaman dar boğazlara girmiş olmasına rağmen her şeyinin dili sayesinde yaşadığı görülmektedir ki, Atatürk de çeşitli konuşmalarında bunu vurgulamıştır. Mesela şu sözleri bu bakımdan önemlidir:

Türk milletinin dili Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için, her Türk dilini sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlâkının, an’anelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin, kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir...”[12]

Yine Atatürk, Medeni Bilgiler isimli eserde Türk milletini oluşturan tabii ve tarihî olguları sıralarken “dil birliğini” temel bir unsur olarak saymıştır.

Türkçe, Osmanlı Devleti’nin kurulduğu 1300’den beri “resmî dil”; Cumhuriyet’in başlangıcından beri de “eğitim öğretim”, “medya (yazılı sözlü)” dilidir. Hatta Atatürk “Türk milleti” kavramını oluşturan ana esasın “Türkçe konuşmak” olduğunu ifade etmektedir. Atatürk, 1931’de Adana Türk Ocağında yaptığı önemli bir konuşmada bununla ilgili olarak şunları söylemiştir:

Türk demek, dil demektir. Milliyetin çok bariz vasıflarından birisi dildir. Türk milletindenim diyen insanlar her şeyden evvel mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, camiasına mensubiyetini (aidiyetini) iddia ederse, buna inanmak doğru olmaz...

Atatürk’ün bu sözleri hayati önem taşıyan sözlerdir. Bu nedenle, onun bu konudaki hassasiyetinin iyi anlaşılabilmesi bakımından bu Adana gezisi ve konuşmanın yapıldığı ortam ile konuşmanın tamamını da vermek istiyoruz:

Atatürk, 8 Şubat 1931’de Ege vapuru ile İzmir’den başlattığı uzun süreli yurt gezisi sırasında, Antalya ve Mersin’e uğradı. 12 Şubat’ta Adana üzerinden trenle Malatya’ya kadar uzandı. Malatya dönüşü 15 Şubat 1931 günü Dörtyol’a uğradı 16 Şubat 1931 günü Adana’ya gelen Atatürk, o akşam Adana’da, Türk Ocağı Başkanı Fahri (Uğurlu) Bey’in Atatürk Bulvarı’ndaki evine konuk oldu.

Ayağının tozu ile dinlenmeden bölgenin iktisadi durumu ile alakalı tetkiklerine başladı...

17 Şubat günü saat 11.00’de Valilik ve Belediyeyi ziyaret etti. Belediye Başkanı’na: “Şehirde çok değişiklik görüyorum. Geniş, güzel caddeler açılınca, şehir tamamıyla meydana çıkıyor.” demiş ve şehrin imar planı üzerinde görüşlerini söylemişti.

Belediyeden Türk Ocağına geçti. Salonu, Adanalı aydınlar ve gençler doldurmuşlardı. Ocak Başkanı çalışmalar konusunda bilgi verdi. Bir köyde okul ve dispanser açmışlardı. Atatürk:

Okul ve hastaneyi devlet yapsın. Sizin asıl göreviniz vatandaşı kültürle beslemektir.” dedi. Sonra uzun bir konuşma yaptı. Sözlerini şu cümlelerle tamamladı:

Memleketin gençliği ile öğretmenleri ile karşı karşıya bulunuyoruz. Öğretmenler, bir görüşle memur sayıldıkları için siyasetle uğraşmaz diye prensip ifade olunur, bu itibarla bütün devlet memurları siyasetle uğraşamaz. Yani memur ve öğretmenlerin görevleri o kadar çok ve önemlidir ki, bütün hayat ve zamanlarını buna ayırsalar ancak resmî görevlerini yerine getirmiş olurlar.

Daha sonra dil konusunda şunları söyledi:

Milliyetin çok açık vasıflarından biri dildir. Türk milletindenim diyen insan her şeyden önce ve behemehâl Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk toplumuna mensup olduğunu iddia ederse buna inanmak doğru olmaz. Hâlbuki Adana’da Türkçe konuşmayan 20 binden fazla vatandaş vardır. Eğer Türk Ocağı buna müsamaha gösterirse, gençler ve siyasi, içtimai bütün Türk kuruluşları bu durum karşısında duygusuz kalırlarsa en aşağı yüzyıldan beri devam ede gelen bu durum daha yüzlerce yıl devam edebilir. Bunun neticesi ne olur? Herhangi bir felaket günümüzde bu insanlar, başka dille konuşan insanlarla el ele vererek aleyhimizde hareket edebilirler.”[13]

Görüldüğü gibi, Atatürk “Türkçe konuşmayı”, “Türk milletinden olmak”ın âdeta bir ön koşulu olarak ifade etmektedir ve farklı bir dilde konuşan vatandaşların var olduğunu (Arapça konuşanları kastetmektedir), buna göz yumulmaması gerektiğini belirtmektedir. Bu konuşma ile Atatürk aynı zamanda, âdeta günümüzdeki gelişmeleri öngörerek; bu durumun başka devletler tarafından bölücülük noktasında kullanılabileceğini açıkça söylemektedir.[14]

Merkezî/Üniter - Millî/Ulus Devlet Bilinci

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kurulurken belli bazı temel esaslar üzerine bina edilmiştir. Bunlar, “tam bağımsız devlet, merkezî /üniter - millî/ulus devlet ve demokratik, laik cumhuriyet” temel esaslarıdır. Türk gençliği özellikle millet olma bilinci bakımından merkezî/üniter-millî/ulus devlet esasının altyapısını iyi kavramak durumundadır.

Lozan görüşmelerinde başta İngiltere olmak üzere Batılı devletlerin belli amaçlarla azınlıklar sorununu canlı tutmak arzusunda olduklarını açıkça ortaya koymuşlar; Türkiye’de “gayrimüslim azınlıklar” dışında başka azınlıklar yaratmak istemişlerdir. Bu konudaki talep ve dayatmaların bugün de devam etmekte olduğu bilinmektedir. Amaç, azınlık haklarını bahane ederek Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi “vesayet” altına almaktır.

Hâlbuki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti hem insan unsurunu yani “Türk milleti”ni tanımlarken hem de “vatandaşlık hukuku”nu oluştururken yeni azınlıklar yaratmanın önünü kesecek, ulus devletin insan unsurunu birleştirip, bütünleştirecek önemli adımlar atmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu iradesini temsil eden Atatürk “Medeni Bilgiler”de “Milletin Genel Tanımı” başlığı altında, “Millet hakkında, ikinci derecede unsurları dikkate almayarak mümkün olduğu kadar her millete uyabilecek bir tanımı biz de ele alalım.” diyerek şu tanımı yapmıştır:

a. Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan,

b. Birlikte yaşamak hususunda ortak arzu ve bunu kabulde samimi olan,

c. Ve sahip olunan mirasın korunmasına birlikte devam hususunda istek ve dilekleri ortak olan insanların birleşmesinden oluşan topluma millet adı verilir.

Bu tanım incelenirse bir milleti oluşturan insanların bağlılıklarındaki değer, kuvvet ve vicdan hürriyetiyle insani duyguya gösterilen uyum kendiliğinden anlaşılır;

Gerçekten, geçmişten ortak zafer ve üzüntü mirası;

Gelecekte gerçekleştirilecek aynı program;

Birlikte sevinmiş olmak, birlikte aynı ümitleri beslemiş olmak.

Bunlar elbette bugünün çağdaş zihniyetinde diğer her türlü koşulların üstünde anlam ve kapsam alır.

Bir millet oluştuktan sonra bireylerin devlet hayatında, iktisadi ve fikrî hayatta ortaklaşa çalışması sayesinde meydana gelen millî kültürde şüphesiz milletin her bireyinin çalışma payı, katılımı, hakkı vardır. Buna göre bir kültürden insanların oluşturduğu topluma millet denir, dersek milletin en kısa tanımını yapmış oluruz.” (1929)[15]

Atatürk aynı eserin “Millet” başlıklı bölümünün başında bir genel tanım daha yapmaktadır ki o da şu şekildedir: “Millet, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasal ve sosyal bir birliktir.”[16]

Milletin genel tanımını özetle “ortak kültürü paylaşmak” temellinde yapan Atatürk, Türk milletini de “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.”[17] diyerek tanımlamıştır ki bu da devletin insan unsuru bakımından yapılmış “siyasi-hukuki” bir tanımdır.

Atatürk’ün yaptığı yukarıdaki tanımlarda ve devletin anayasal sistemi içinde açıkça belirtildiği gibi “Türk milleti” kavramı, sübjektif unsurlara dayanan, günümüzde Amerikan sosyolojisinin de benimsediği “etnik grup” tanımı ile aynı olan bir derinlikte ele alınmıştır. Yani Türk milleti sosyolojik olarak “ortak yaşanan tarih içinde birlikte yaratılan ortak kültürü paylaşan insan topluluğu”dur. Bu anlamda bakıldığı zaman, farklı menşelerden gelse ve farklı alt grup isimleri ile anılsa bile Türkiye’de yaşayan Kürtler, Çerkezler, Abhazlar, Boşnaklar, Gürcüler vs. ayrı ayrı “milletler” değil; Türk milletinin birer parçasıdırlar.

Türkiye Cumhuriyeti’nin hâlen yürürlükte bulunan 1982 tarihli Anayasa’sının 66. maddesi, “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” diyerek; “Türklük” kavramının, “kan”a, “ırk”a, “soy”a değil “vatandaşlık” esasına bağlı olduğunu belirlemiştir. Anayasa’mız bazılarının iddia ettiği gibi “ırk” veya “kan” bağını esas almamıştır. Yani Anayasa’daki “Türk” kavramı bir “ırkı” değil, “vatandaşı” ifade etmektedir. Kaldı ki, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren hem Atatürk’ün yazdıkları ve konuşmaları hem de devletin yazılı belgeleri incelendiği zaman görülmektedir ki, “Türk” ve “Türklük” kavramı “kültürel” bir kavramdır, “ırka” veya “kana dayalı” bir kavram değildir. Yani aynı kültürü paylaşan insanların tamamı “Türk” olarak, aynı “millet” olarak tanımlanmıştır. Bu sosyolojik yaklaşım, Anayasa’da da hukuki ifadesini bulmuştur.

Millî/ulus devletler, öncelikle insan unsurunu tek bir “milletin/ulusun” oluşturduğu devletlerdir. İkinci olarak bu devletler, iç ve dış “egemenliklerini” kendileri temsil eden devletlerdir.

Millî/ulus devletler yönetim modeli (idari) bakımdan “federal” veya “merkezî/üniter” olabilir. Mesela ABD ve Almanya “federal - millî/ulus devletlerdir”. Fransa ve Türkiye ise “merkezî/üniter - ulus devletlerdir.”

Daha Misakımillî ile başlayan ve kongrelerle devam eden merkezî-millî yeni bir Türk devleti oluşturma fikrini Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve gelişim süreçlerinin tamamında görmek mümkündür. İç ve dış hukukun oluşturulması, kültür ve eğitim politikalarının belirlenmesi ve uygulanması hep bu temel esas üzerine bina edilmiştir.[18]

Nitekim Atatürk Büyük Nutuk’ta devletin iki temel özelliğini bu arada “millîlik” esasını şu şekilde ifade etmiştir: “Efendiler, bu nutkumla, millî varlığı sona ermiş sayılan büyük bir milletin, istiklâlini nasıl kazandığını, ilim ve tekniğin en son esaslarına dayanan millî ve çağdaş bir devletin nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım…”[19]

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin merkezî/üniter-millî/ulus devlet özelliği; hem ülkenin hem de milletin bütünlüğünü, birliğini ve bölünmezliğini ifade eder. Türkçenin resmî, devlet, eğitim, bilim ve yayın dili olması; hukukun tekliği; idarenin merkezîliği; kültürel ve siyasal bütünlük bunu tamamlar. Mevcut Anayasa’mızın aşağıda tek tek vereceğimiz pek çok maddesi devletin bu özelliğini belirlemiş, bu özelliklerin korunmasını pek çok bakımdan garanti altına almıştır. Anayasa, diğer bazı temel esaslarla birlikte (mesela laik devlet düzeni) devletin bu özelliğinin korunması için temel özgürlüklerin sınırlandırılabileceği esasını da getirmektedir. Hatta, olağanüstü hâl uygulaması ve sıkıyönetim ilanı için merkezî-millî devlet düzeninin bozulması gerekçelerden biri olarak belirlenmiştir.

Anayasa’mızda özellikle 3, 42, 66. maddeler millî/ulus devlet esasını; 80, 126 ve 127. maddeler merkezî/üniter devlet esasını belirleyen maddeler olarak öne çıkmaktadır. Anayasa’mızın bu ve pek çok maddesi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin merkezî/üniter - millî/ulus devlet özelliğini belirlemiş ve koruma altına almıştır.

Çalışkanlık

Atatürk Türk gençlerinin tarih, Türkçe bilinci, duyarlılığı ve millet sevgisi ile yetişmelerini isterken onların çalışkan olmaları gerektiği üzerinde de durmuştur. Türk genci, milletinin geçmişiyle övünmeli, milletini sevmeli, Türk milletinin değerlerini tanımalı, yüceltmeli ve geleceğe güvenle bakabilmek için de var gücüyle çalışmalıdır.

Türk gençliğinin “çalışkan olma” niteliği ve “çalışma görevi” Atatürk’ün üzerinde en çok durduğu konulardan biridir. Atatürk’e göre:

Çalışmaksızın, fikrî gelişme ve ahlaki olgunlaşma da mümkün değildir.”[20] “Tembellik bütün kötülüklerin anasıdır.”[21]

Atatürk, “Medeni Bilgiler” kitabına “çalışma” konusunda şunları yazmıştır:

Çalışmaktan, bir cezadan, bir sıkıntıdan, bir kötülükten kaçar gibi kaçınmak, çok kötü ve tedbirsizce bir harekettir… Çalışmak, ilk sıkıntılara ve isteksizliklere üstün gelindikten sonra, en şiddetli bir zevktir. Çalışmayı ceza saymak, onun güzelliğini ve iyiliklerini tanımamak, tabiata (yaradılışa) karşı haksızlık olur.

İnsan, çalıştığı işi, eli altında veya kafasının içindeki eserini, büyümekte ve yükselmekte gördüğü zaman ne büyük zevk duyar… Bu zevk bütün zahmetleri; saban arkasında dökülen terleri, sanatkârın, düşünürün bazen pek acılı olan yorgunluklarını derhâl unutturur.”[22]

Annesi Zübeyde Hanım’ın vefatından bir gün sonra 16 Ocak 1923’te İzmit’te düzenlediği ve çok önemsediği basın toplantısında Atatürk, milletimizin ihtiyacı olan tek şeyin “çalışkan olmak” olduğunu ifade etmiştir:

Millî hedef belli olmuştur. Ona ulaşacak yolları bulmak zor değildir. Önemli olan, çetin olan, o yollar üzerinde çalışmaktır. Denilebilir ki, hiçbir şeye muhtaç değiliz; yalnız tek bir şeye çok ihtiyacımız vardır: Çalışkan olmak.”[23]

Atatürk aynı basın toplantısında, kalkınma çalışkan milletlerin, “Mutluluk yalnız ve ancak çalışkanların hakkıdır.”[24] diyecektir. Türk genci sadece “Toplumdan ne isteyebilirim?” diye düşünmemeli, “Türk milletine be verebilirim, nasıl yararlı olabilirim?” diye de düşünmelidir. Her isteğin beraberinde bir yükümlülük ve sorumluluk getirdiği asla unutulmamalıdır.

Atatürk’ün yetişme döneminin önemli isimlerinden ve onun görüş ve uygulamaları üzerinde derin etkileri bulunan Tevfik Fikret ve Ziya Gökalp de şiirlerinde, gençliğe çalışmak görevleri ve çalışkan olmak nitelikleri ile ilgili ciddi mesajlar vermişlerdir.

Tevfik Fikret, “Ferda” isimli şiirinde gençliğe görevlerini hatırlatıyor ve kendisine emanet edilen vatana sahip çıkmazlarsa geleceğe karşı sorumlu olacaklarını belirtiyor:

“Gençler, bütün ümmid-i vatan (vatanın ümidi) şimdi sizdedir / Her şey sizin, vatan da sizin, her şeref sizin.”

“Her şey vediadır sana, ey genç unutma ki / Senden de hesap arar ati-i müşteki (şikâyetçi gelecek)”

Tevfik Fikret, milletin tarihteki şanının mahvolmayacağını, çünkü gençliğin damarlarındaki kanın, yakın tarihi kahramanlık sayfalarıyla dolduran “dünkü kan” olduğunu belirtiyor. Gençliği ağın bilimini, teknolojisini fethetmeye çağırıyordu:

Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, bağır; / Durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır.”[25]

Atatürk’ün ve Cumhuriyet’in fikrî geri planındaki en önemli isimlerden Ziya Gökalp de T. Fikret gibi aynı çağrıyı tekrarlıyordu:

Yenildik, sebebi geride kalmak, / İntikam: Düşmanın ilmini almak!”[26]

Osmanlı Devleti’nin çözülme sürecinde ve Cumhuriyet’in kuruluşunda etkili olan bütün düşünce adamlarının eserlerinde bu tespit ve teşhisin dile getirildiğini biliyoruz. İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un da Safahat’ında tembelliğe, miskinliğe adeta savaş açtığını ve “çalışmak” ile “çalışkan olmak” konusunu sık sık dile getirdiğini biliyoruz.[27]

İnançla dolu, dindar ve aldığı veteriner hekimlik eğitiminden dolayı müspet bilimleri ve Batı’yı çok iyi tanıyan Akif, birçok şiirinde, gerektiği şekilde çalışmayıp her şeyi Allah’tan bekleyen, “tevekkül”ü yanlış anlamış “kaderci” kişilere ateş püskürür. Akif Safahat’ta yer alan, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” şeklindeki Zümer Suresi 9. Ayet’in Meali hakkındaki şiirinde şöyle seslenmektedir:

“Yıllarca, asırlarca süren uykudan artık,

Silkin de: Muhitindeki zulmetleri yak, yık!

Bir baksana: Gökler uyanık, yer uyanıktır;

Dünyâ uyanıkken uyumak maskaralıktır!

Eyvâh! Bu zilletlere sensin yine illet...

Ey derd-i cehâlet, sana düşmekle bu millet,

Bir hâle getirdin ki: Ne din kaldı, ne nâmus!

Ey sîne-i İslâm’a çöken kapkara kâbus,

Ey hasm-ı hakîkî seni öldürmeli evvel:

Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el!”[28]

Bilgisizlikten ve ilimden, akıldan uzaklaşılmasından dolayı İslam’ın birçok konuya bakışının insanlar tarafından nasıl yanlış anlaşıldığı Akif kadar Atatürk’ü de meşgul etmiştir. “Çalışma” ve “çalışkanlık” konusu da bunlardan biridir.

İslam dini “hiç ölmeyecek gibi çalışmayı” emreden, miskinliği ve tembelliği reddeden bir dindir. Hazreti Peygamber, “Önce devenin ayağını bağla, sonra tevekkül et.” diyerek, tedbirsiz tevekkülü eleştirmiştir. “Bu yalan dünya bize lazım değil.” felsefesi, İslam’ın özüne aykırıdır. “İslamiyet’te, cennet hareketsizliğin ve tembelliğin değil, dünyada yapılan iyi işlerin ödülüdür.”[29]

Atatürk İslam’ın çalışma konusuna bakışı hakkında şunları ifade etmiştir:

Bizim dinimiz çalışmayanın insanlıkla alakası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler asri (çağdaş) olmayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu zannıdır. Bu yanlış tefsiri yapanların maksadı İslamların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir?”[30]

Atatürk bir başka konuşmasında yine bu konuya değinmekte ve “Allah’ın emri çok çalışmaktır.” demektedir:

İslam ehlinin uğradığı zulüm ve sefaletin elbette birçok sebepleri vardır. İslam âlemi dini hakikatlere uygun olarak Allah’ın emrini yapmış olsaydı, bu akıbetlere uğramazdı. Allah’ın emri çok çalışmaktır. İtiraf ederim ki, düşmanlarımız çok çalışıyor. Biz de onlardan çok çalışmağa mecburuz.

Çalışmak demek, boşu boşuna yorulmak, terlemek değildir. Zamanın gereklerine göre, ilim ve fenden ve her türlü medeni icat ve buluşlardan azami derecede yararlanmak zaruridir.”[31]

Bu noktada Mehmet Akif Ersoy’un “Vaiz Kürsüde” şiirinden bir bölümü daha vermek istiyoruz. İslam’ın “kader” ve “tevekkül” esaslarının nasıl yanlış anlaşıldığı ve bunun Müslümanları nasıl bir olumsuz sonuca sürüklediğini ne güzel anlatıyor:

“(…) Dilenci mevki’i, milletlerin içinde yerin!

Ne zevki var, bana anlat bu ömr-i derbederin?

Şimâle doğru gidersin: Soğuk bir istikbâl,

Cenûba niyyet edersin: Açık bir istiskâl!

“Aman Grey! Bize senden olur olursa meded...

Kuzum Puankare! Bittik... İnâyet et, kerem et!”

Dedikçe sen, dediler karşıdan: “İnâyet ola!”

Dilencilikle siyâset döner mi, hey budala?

Siyâsetin kanı: Servet, hayâtı; satvettir;

Zebûn-küş Avrupa bir hak tanır ki: Kuvvettir.

Donanma, ordu yürürken muzafferen ileri,

Üzengi öpmeğe hasretti Garb’ın elçileri!

O ihtişâmı elinden niçin bıraktın da,

Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?

“Kadermiş!” Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru:

Belânı istedin, Allah da verdi... Doğrusu bu.

Taleb nasılsa, tabî’î, netîce öyle çıkar,

Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimâli mi var?

“Çalış!” dedikçe şerî’at, çalışmadın, durdun,

Onun hesâbına birçok hurafe uydurdun!

Sonunda bir de “tevekkül “ sokuşturup araya,

Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya! (…)”[32]

Atatürk çalışmanın önemini vurgularken, gençliğe çalışkan olmalarını öğütlerken bir gerçeği de belirtmektedir: Herkesin gücü, yaradılışı, yeteneği bir değildir. Ama herkes görevini yapar, herkes çalışkan olursa, refaha kavuşmuş, mutlu, güçlü bir toplum meydana gelir.[33] İleride de ülkemize karşı saldırgan emeller besleyenler mutlaka çıkacaktır. Bunların umutlarını kıracak şekilde, yalnız askerlikte değil siyaset, yönetim ve ekonomik yönlerden de çok güçlü olmak zorundayız. Bunun için de çok çalışmaya mecburuz. Atatürk 6 Aralık 1922 günü Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’ne verdiği demeçte bu konuyu şu şekilde anlatıyor:

Allah’ın milletimize yaradılıştan verdiği yetenekleri en üst derecede geliştirmek; memleketimize bağışladığı bütün kuvvet ve servet kaynaklarından en iyi biçimde yararlanarak güçsüzlük sebeplerini ortadan kaldırmak için, bundan böyle, hiçbir fırsatı ve zamanı boşa harcamayarak, çalışmaya mecburuz.”[34]

Atatürk hayatı boyunca Türk gençlerine çalışkanlık öğüdü vermekten, “çalışkan olma görevini” hatırlatmaktan geri kalmamıştır. O, asırlık ihmallerden bahsederek, Türk çocuğunun zeki olduğunu, fakat zekâsına güvenmemesini, devamlı çalışmasını söylemiştir:

Türkiye Cumhuriyeti’nin özellikle bugünkü gençliğine ve yetişmekte olan çocuklarına hitap ediyorum: Batı senden, Türk’ten çok geriydi. Manada, fikirde, tarihte bu böyleydi. Eğer bugün Batı teknikte bir üstünlük gösteriyorsa, Ey Türk Çocuğu, o kabahat senin değil, senden öncekilerin affedilmez ihmalinin bir sonucudur. Şunu da söyleyeyim ki, çok zekisin!.. Bu belli. Fakat zekânı unut!.. Daima çalışkan ol!..”[35]

Cumhuriyet’in kuruluşunun onuncu yılının kutlandığı 1933 yılının 29 Ekiminde en önemli nutuklarının birini veren ve “Ne mutlu Türküm diyene” diyerek konuşmasını bitiren Atatürk, orada da aynı konuyu işlemiş ve “Geçen zamana oranla daha çok çalışacağız. Daha az zamanda daha büyük işler başaracağız” demiştir.

Manevi evlatlarından Ayşe Afetinan’ın aşağıda okuyacağınız hatırasından da anlaşılmaktadır ki, Atatürk çalışkan bireylerin oluşturduğu bir milletin geleceğe güvenle yürüyebileceğini düşünmüş ve gençlere “Yorulmadan beni takip ediniz.” demiştir:

“Atatürk, Türk milletine en büyük nasihatini şu üç kelimede hülasa etmiştir (özetlemiştir):

Türk! Öğün, çalış, güven.

Bu sözleri Ankara’daki Güvenlik Anıtı için yazdırırken yanında bulunmuş ve izahlarını dinlemiştim. O, diyordu ki:

Türklük esastır. Bu mevcudiyeti, tarih içinde araştırmak, müselsel (devamlılık) bir tarih içinde, tespit edilecek Türk medeniyeti ile öğünmek yerinde olur. Fakat bu öğünmeye layık olmak için bugün çalışmak lazımdır. Her sahada, bilhassa medeniyet âlemine eser vermek için çalışkan olmayı hedef tutmalıdır.

26 Mart 1937’de ise o, gençlere hitap ederken şöyle diyor:

‘Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar, yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman dahi, durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk her insan, her mahlûk (yaratılmış) için tabii bir hâldir. Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevi bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulanları dinlenmeden yürütür.

Sizler, yeni Türkiye’nin genç evlatları! Yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz… Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar. Türk gençliği gayeye bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir.’

İşte Atatürk, çalışkan fertlerin teşkil ettiği bir milletin geleceğe güvenebileceğini düşünmüştür.

Tarihiyle övünebilen, çalışmasına dayanabilen milletler istikbaline güvenle bakmakta elbette haklı olacaklardır.”[36]

Atatürk’ün “çalışmak” kavramına getirdiği bir diğer boyut da “gelecek nesillerin mutluluğu için çalışmak” konusudur. Millet sevgisi ile insanlık sevgisini bağdaştırmayı bilen Atatürk, “Millete efendilik yoktur. Millete hadimlik (hizmet etmek) vardır.” demiştir. Onun güzünde, hayattaki bir kişiyi mutlu edecek şey, “Kendisi için değil, kendisinden sonra gelecek olanlar için çalışmaktır.” “Hayatta tam zevk ve mutluluk, ancak gelecek nesillerin şerefi, varlığı, mutluluğu için çalışmakta bulunabilir.” Atatürk’e göre, “Ancak kendilerinden sonrakileri düşünebilenler, milletlerini yaşama ve ilerleme imkânlarına kavuşturabilirler.”[37]

*****

[1]Atatürkçülük, Üçüncü Kitap, Ankara, 1983, s. 158, 168-169.

[2] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Maarife Ait Direktifleri, Maarif Vekâleti Ana Programa Hazırlıklar Serisi: A, No: 1, İstanbul, 1939, s. 4.

[3]Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanlarının Millî Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçleri, Cilt: I, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1946, s. 9.

[4] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (Bugünkü Dille), Yayına Hazırlayanlar: A. Sevim, İ. Öztoprak, M. A. Tural, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2006, s. 534-535.

[5] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bakınız: Ali Güler, Dehanın Kodları (Mustafa Kemal’i Atatürk Yapan Süreçler ve Birikim), Yılmaz Basım, İstanbul, 2010.

[6] A. Taneri, “Fikir Adamı Atatürk ve Cumhuriyet”, Tercüman gazetesi, 10 Kasım 1983.

[7] Atatürk’ün tarih çalışmaları ve tarih anlayışı konusunda bakınız: A. Süslü, “Atatürk ve Tarih”, Atatürkçü Düşünce El Kitabı, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1995, s. 241-263.

[8] U. Kocatürk, “Atatürk’te ‘Gençlik’ Kavramı ve Atatürkçü Gençliğin Nitelikleri”, Atatürkçü Düşünce El Kitabı, s. 293.

[9] T. Feyzioğlu, T. Feyzioğlu, “Atatürk ve Fikir Hayatı”, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Cilt: II, Atatürkçülük (Atatürkçü Düşünce Sisteminin Temelleri), YÖK. Yayınları, Ankara, 1986, s. 182.

[10] U. Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1984, s. 124-124.

[11] T. Feyzioğlu, agm., s. 182.

[12] U. Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 124-125.

[13] Bu gezi ve konuşma hakkında bakınız: M. Önder, Atatürk’ün Yurt Gezileri, Ankara, 1998, s. 7-8. T. Toros, Atatürk’ün Adana Seyahatleri, Adana, 1939, s. 30. Cumhuriyet gazetesi, 19 Şubat, 1931.

[14] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bakınız: Ali Güler, Sevr’den Kopenhag’a Parçalanan Türkiye, Türk-Ar Yayınları, Ankara, 2017, s. 56-58.

[15] A. Âfetinan, Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Sadeleştirerek Yayına Hazırlayanlar: A. Sevim, A. Süslü, M. A. Tural, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2000, s. 34-35. (Önceki baskıları: 1929 ve 1969.)

[16] A. Âfetinan, age., s. 28.

[17] A. Âfetinan, age., s. 28.

[18] Bu tarihsel sürecin ayrıntıları ve AB-Türkiye ilişkileri bağlamında bu konudaki dayatmalar için bakınız: Ali Güler, Sorun Olan Avrupa Birliği, Genişletilmiş 2. Baskı, Berikan Yayınları, Ankara, 2005, I-XVII, 1-882 s.

[19] K. Atatürk, Nutuk (1919-1927), Bugünkü Dille Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Z. Korkmaz, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1995, 607.

[20] A. Afetinan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Ankara, 1969, s. 533.

[21] A. Afetinan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 535.

[22] A. Afetinan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 75-76.

[23] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: II, Ankara, 1981, s. 59.

[24] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: II, s. 59.

[25] M. Kaplan, “Ferda”, Türk Dili Dergisi, Sayı: 401 (Mayıs 1985). T. Feyzioğlu, agm., s. 229.

[26] T. Feyzioğlu, agm., s. 229.

[27] Bu konuda bakınız: A. Güler, Bayraklaşan Akif, (Mehmet Akif Ersoy’un Soyu, Ailesi ve Hayatı), Halk Kitabevi, İstanbul, 2017.

[28]Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Hazırlayanlar: Kâmil Akarsu, Mustafa Yücel, Berikan Yayınevi, Ankara, s. 276.

[29] P. Sefa, Türk İnkılabına Bakışlar, İstanbul, 1938, s. 139-148. T. Feyzioğlu, “Atatürk Yolu: Akılcı, Bilimci Gerçekçi Yol”, Atatürk Yolu, Ortak Eser, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1995, s. 33.

[30] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: II, s. 128.

[31] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: II, s. 91-92.

[32] M. Âkif Ersoy, age. s. 328-329.

[33]Atatürkçülük, Üçüncü Kitap, Ankara, 1983, s. 166-167.

[34] G. M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: II, s. 46-47.

[35]Atatürkçülük, Birinci Kitap, Ankara, 1983, s. 340-341. T. Feyzioğlu, agm., s. 230.

[36] A. Afetinan, Atatürk Hakkında Hâtıralar ve Belgeler, 4. Baskı, İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1984, s. 318.

[37]Atatürkçülük, Birinci Kitap, s. 321. T. Feyzioğlu, “Atatürk ve Fikir Hayatı”, s. 148.